Yazı Dizisi/  Lütfü Dağtaş

Hola, Katalan (Catalan) (*) dilinde “merhaba” demek. Geçtiğimiz şubat ayında İspanya’nın Katalonya (Catalonia) Özerk Bölgesindeydim (**). Sabah, öğle, akşam güleryüzlü Katalanlarla sürekli karşılıklı olarak birbirimizi hola diyerek selamlamanın sıcaklığını hâlâ duyumsuyorum.

Evet, İspanya’nın Barselona kentinde düzenlenen FineArtFotografia Igualada Fotoğraf Festivali için çağrılı fotoğrafçı olarak şubat ayı ortasında oradaydım. Söz konusu uluslararası festival kapsamında, Barselona İgualada Deri Müzesi’nde, “Anadolu’nun Son Karatabakları” başlığıyla belgesel fotoğraf sergisi açtım, Anadolu’nun deri işleme tarihine ilişkin sunum yaptım. Sergi açılışı sonrası kendime zaman ayırarak ilk kez ayak bastığım kente bağlı belediyelerden İgualada ile Barselona’yı olabildiğince dolaşıp ayrıntılarını yakalamaya çalıştım.

Barselona izlenimlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

İgualada, kağıt, tekstil ve deri sanayinin merkezi

İgualada, İspanya’nın Katalonya Bölgesi’nin önemli kenti Barselona’dan karayoluyla yaklaşık bir saatte ulaşılabilen; dingin ancak yine de tarihinde yer tutan sanayi yatırımları açısından önemli bir yerleşim yeri. Kaynaklar, Bölgenin, Katalan sanayi tarihi içinde kağıt, tekstil ve deri işleme açısından ağırlığı olduğunu belirtiyorlar. Bunun dışında İgualada’nın bin yılına değin uzanan bir tarihinin bulunduğu bilgisi de mevcut. İgualada, adını, içinden geçen Anoia Nehri’nden almış. Latince Aqualata, “Nehrin genişlediği” anlamına geliyormuş.

İgualada’ya ulaşmam için İzmir Adnan Menderes Havalimanı’ndan İstanbul Sabiha Gökçen’e uçmam ve buradan aktarma yapmam gerekti. İstanbul’dan Barselona’nın Akdeniz kıyısındaki havaalanına varmamız 3.5 saat kadar sürdü. Hiçbir engele takılmadan gümrük polisini geçip beni karşılamaya gelen araca ulaştım. Aracı, çağrılı olduğum FineArtFotografia İgualada Festivali Düzenleme Komitesi Yönetmeni Ramon Muntana göndermişti. Sürücü, iki sözcük dışında İngilizce bilmese de, kendisiyle çok iyi anlaştığımızı söyleyebilirim. Havaalanı’ndan İgualada’ya son derece düzgün bir otoban üzerinden ulaşmamız yarım saat kadar sürdü. Yakınından geçtiğimiz birkaç köy bizim derbeder köylere hiç benzemiyordu. Evlerin tümü son derece iyi bir mimariye dayalı biçimde inşa edilmişlerdi. Genelde sarı ağırlıklı renklerdeki pastel boyalı yapılar, içinde yer aldıkları doğayla son derece uyumluydular.

Aracın beni teslim ettiği İgualada’nın girişi sayılabilecek bir yerdeki American Hotel’in minik girişine adımımı attığımda ilk kez göreceğim yerleşimin dinginliğini neredeyse daha başlarda duyumsadım. Türkiye ile İspanya arasındaki saat farkı iki saatti ve Türkiye’ye göre iki saat gerideydi. Dolayısıyla iki saat kazancım vardı. Yerel saatle 13.00 gibi varınca, valizimi hemen odaya bırakıp meydan ve sokaklara dalmayı, bulabilirsem fotoğraf sergimi açacağım, bugün deri müzesine dönüştürülmüş eski tabakhane binasına uğramayı düşündüm. Resepsiyondaki hayli kilolu ama çevik genç bayan önüme hemen İgualada’nın krokisini uzattı ve sergi mekanını kalemiyle işaretledi.

-İşte FineArtFotografia Festivali, ağırlıklı olarak bu işaretlediğim yerde olacak.

-Uzak mı?

-Şu çizdiğim yolu izlersen yaya 20 dakika çeker. Uzak yani! Taksiyle gitmelisin!

Güldüm:

-20 dakika ve uzak! Sen yürüme işini bana bırak. Bak ayakkabılarım sağlam. Çevreyi görmek istiyorum.

Kız , resepsiyonun gerisinden doğrulup ayakkabılarıma baktı, gülümsedi.

-Sen bilirsin…

İçi kitap, parşömen, Hacivat Karagöz figürlü çerçeve, gömlek, kravat, bol çorap ve iç çamaşırı dolu valizimi 3. kattaki 302 no.lu odaya bıraktım. Yeşil doku manzaralı odamın hayli geniş olması beni sevindirdi. İki fotoğraf makinamı omzuma asıp American Hotel’den dışarıya fırladım. Aç mıydım? Evet ama İgualada’nın bana sürprizler hazırladığı içime doğuyordu.

Şimdiye değin hiç görmediğim, yeni ayak bastığım, nüfusu 40 bin civarında olan bu İspanya kasabası İgualada’yı niye mi seviyordum; burada biraz bundan söz edeyim.

Üniversitede gazetecilik eğitimimle birlikte adım attığım mesleğimin ilerlemiş yıllarında uzunca süre deri işleme alanında faaliyet gösteren bir şirketler topluluğunda (Sepiciler) halka ilişkiler bölüm görevlisi olarak çalışırken ilk kez tanıştım deri kokusuyla ve bu kokuyu gerçekten çok sevdim. Kokuyla birlikte esas adı “tabak” olan, Anadolu’da geçmişi ilk çağlara değin uzanan; “tabak” dışında “debbağ, sepici, göncü” olarak adlandırılan çilekeş ama dirayetli, çalışkan, yaratıcı zanaatkarlar ve fabrikacıları da çok sevdim. O çalışma dönemim içersinde gerçekten köklü geçmişe sahip, folklorumuzda bile önemli yer tutan debagât zanaatına dönük olarak kitap başta olmak üzere kalıcı yayınlar çıkmış mı, onları araştırdım. Çıkmamıştı. İlkin çalıştığım firma adına, “Sepicihaber” adıyla üç ayda bir deri sektöründen haberler veren, incelemeler yayımlayan bir gazete çıkarttım. Bu gazete kaynak, dolayısıyla bilgi derlemem konusunda son derece yararlı oldu. Bu çalışmalarımı takdir eden, İstanbullu deri firması DERİMOD’un kurucusu, babasından tabak ya da debbağ, Kimya Yüksek Mühendisi, kendisine ağabey diye hitabettiğim, rahmetli Hasan Yelmen’in büyük teşvikiyle de deri işlemeye dayalı birbiri ardına dört kitap yayımladım, sempozyumlar gerçekleştirdim, hatta ulusal ölçekli deri karikatür yarışmaları düzenledim. Çıta sürekli yükseliyordu. Ben buna “derinin bereketi” diyorum. Bu yükselişte yaptığım önemli işlerden birisi de bizim Karşıyakalı ağabeyimiz, Heykeltıraş-Ressam Bihrat Mavitan’a, 1990’lı yıllarda, çalıştığım Sepici firmasının Türkiye’de ilk kez modern anlamda ürettiği ayakkabı tabanlık köselelerden 40 kanat vererek ona “Kösele Heykel Sergisi” açtırmak oldu. İzmir Türk Amerikan Derneği’nde, kalabalık davetli topluluğunun katılımıyla 15 Ekim 1991 tarihinde açılan bu sergi deri sektör mensuplarının anılarında hâlâ ayrı bir yer tutar.

Deriyle bu içli dışlı olma sürecinde, o yıllar Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak görev yapan arkadaşım, şimdi Profesör Bahri Başaran, bir gün elime çok şık basılmış üç ayrı katalog tutuşturdu. İspanyolca, Katalanca ve İngilizce dillerinde basılmış üç katalog elimin altından artık düşmez olmuştu. Kataloglar, Barselona İgualada’daki Deri Müzesi’yle ilgiliydiler. İşte o kataloglar sayesinde tanıyıp sevdiğim bu Müzeyi, dolayısıyla İgualada’yı ne yapıp edip bir gün ziyaret edecektim. Doğrusu ziyaretimin, 1990’lı yıllarda Anadolu’yu dolaşıp izlerini bulduğum son karatabak zanaatkârların çektiğim belgesel değerdeki fotoğraflarından dolayı olacağını o zamanlar hiç mi hiç düşünmemiştim.

(*) Katalanca, Hint-Avrupa dillerinin Romen koluna bağlı bir dil. İspanya’nın, özellikle özerk bölgesi başta olmak üzere, bazı bölgeleriyle Andorra’nın resmi dili. Katalanca konuşanlar çoğunluk İspanya’da yaşıyor.

(**) İspanya Özerk Toplulukları: Söz konusu topluluklar, İspanya Anayasası’na göre kurulmuş olup, İspanya Krallığının üst düzey siyasi bölünmesi. İspanya’da halen 17 özerk topluluk, 2 özerk kent bulunuyor.

Ülkenin Akdeniz kıyısındaki kenti Barselona, Katalonya Özerk Bölgesi’nin başkenti. Bu bölge içersinde yer alan diğer kentler şunlar: Gerona, Lerida, Tarragona.

S ü r e c e k