Röportaj/Özde KOCA - Ressam Ahmet Güneştekin’in 'Gâvur Mahallesi' sergisi 3 Kasım’da Kültürpark Atlas Pavyon’nda açıldı. Sergi, sadece İzmir’de değil, tüm Türkiye çapında ses getirdi. Güneştekin Vakfı işbirliğiyle, İzmir Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğindeki sergi, Güneştekin’in ‘Yüzleşme’ ismini verdiği bir serinin devamı niteliğinde. Ressamın mitolojiden ilham aldığı klasik eserlerinin yanısıra ‘Hafıza Odası’ isimli sergisinden parçaların da bulunduğu sergide, en çarpıcı eser, ‘Mübadele Kayığı’ oldu. Güneştekin ile izleyiciye, insan olmanın tarihsel, kültürel ve politik olarak çok yönlü etkilerini sunan sergiyle ilgili konuştuk.

- İzmir’de sergi açma fikri nasıl oluştu? Neden ‘Gâvur Mahallesi’?

- Göç olgusu ve nesneleri üzerine bir süredir düşünüyordum. Ege coğrafyasının her iki yakasında insanların geçmişleriyle olan bağlarını koparan ve onları başka bir yerde hayatlarını yeniden kurmaya zorlayan mübadeleyi ve ardındaki düşünceyi bugün dünyaya yayılan zorunlu göçlerle ilişkilendirmek çok mümkün. Kategorik bir yorumlamayla insan bedenlerinin mekân açısından yeniden düzenlenmesine gibi ortak bir düşünceyi paylaşıyorlar. Uygulanan bu köken atamasına ve ona dayalı politikaları incelemek gerekiyor. Bunun için çok disiplinli, artzamanlı ve eşzamanlı bir çalışmayla geçmişi şimdiyle birlikte okumam gerekti. Sergiyi, Margosyan’ın Gâvur Mahallesi’nde anlattığı gibi kapsayıcı kültürel çeşitliliği vurgulayan bir yapı üzerine kurguladım. Aynı coğrafyadan insanların, 20’nci yüzyılın uluslararası düzeninde “etnik” sınırları tanımlayan dinden daha derin bağları paylaştığını göstermek istedim.

- Sergide hem klasikleşmiş tarzda eserleriniz hem de ‘Hafıza Odası’ndan işleriniz var. Nasıl bir hikâye anlatıyor bu sergi bize?

-Teknik olanak ve malzeme sınırsızlığı, beni her zaman tercih yapmakta zorlanacağım sonsuz bir çeşitlilik evrenine yönlendirmiştir. Bu çeşitlilik doğal olarak sergilerimin eser seçkisini de belirliyor. Benim için gündelik nesnelerin kullanımı bu çeşitlilik içinde kaçınılmaz bir tercih. Gâvur Mahallesi’nde nesneleri kullandığım enstalasyonlar ve video işlerle birlikte metal formları taşla tamamladığım heykel çalışmalarım sergileniyor. Bununla birlikte mitolojik evrenleri yorumladığım klasikleşmiş tuvallerim, kırkyama işlerim de seçkide yerini alıyor ve farklı disiplinlerden bu çalışmalar belli bir örüntüye yerleşiyorlar. Hepsini birbirine bağlayan unsur hikayenin kendisi. Bu eserler geçmişin birikimini taşıyan nesnelerle geri dönüşü olmayan zor bir yolculuğun hikayesini anlatıyor. İzleyiciyi zamanda/mekanda hareket ettirerek tarihteki kırılma anlarına götürüyor. Yitirilenin ne olduğunu ve neden yitirildiğini deneyim olarak özümsemesini istiyor. Bunu yaparken de geçmişlerinden koparılan, her birinin kimliğinin bir bölümünü ve dolayısıyla kendisini anlama kabiliyetini yitirmiş insanları, onları birbirinden kopuk, ayrı dünyalara mahkûm eden düşünceyi sorgulamaya yöneliyor.



TARTIŞMA ALANI AÇIYOR

- Bizi yüzleştirmek istediğiniz nedir? 20’nci yüzyıla damgasını vuran zorunlu göçlerin izleri de var mı bu sergide?

- Suriyeli mültecilerin bugün Türkiye’nin Ege kıyılarından Yunanistan’a gitmekte oldukları güzergah, bundan yüzyıl önce Anadolu’dan gelen mülteciler tarafından kullanılıyordu ve kitlesel olarak başka bir yerinden yurdundan edilmenin konusuydu. Büyük kopuşların ve yarattığı sonuçların devamlılığını görüyoruz burada. Bugün yaşadığımız uluslararası düzeydeki mülteci ve göçmen dalgaları, belirlenmiş kategorilerin de ötesinde bir bedensel kodlamayla çalışan ayrıştırıcı uygulamaların ne kadar insanlık dışı olduğunu biliyoruz. Duvarlar dikmekten, vize ve seyahat yasaklarına, mülteciler üzerindeki pazarlıklara kadar uzanan, başka düzeyde ayrıştırıcı uygulamalara tanık olduğumuz bir dönemdeyiz. Serginin bu bağlamda bu coğrafyada yaşananlara başkalığın gözünden bakmak için bir tartışma alanı açabildiğini düşünüyorum.

- Çoğumuzun aile geçmişinde bir göç hikayesi var. Özellikle ‘Mübadele Kayığı’ işinizin önünde gözyaşlarına hâkim olamayanları gördüm. Geri dönüşler nasıl?

- Mübadele üzerinden konuşursak, insanları ortak dinlerinden başka hiçbir şeyin kendilerine tanıdık gelmediği bir ortama uyum sağlamaya zorladığınızda ne olur? Esasında kökler başka bir yere ait olunca, inşa edilen hiçbir şey tam olarak yerleşemez, “yerli” olamaz. Onlardan istenen kimlikleri hakkında yeni bir düşünme biçimi kazanmaları. Bu, insanları yaşadıkları toprağa bağlayan duygularını bastırmaya zorlanmak anlamına geliyor. Ege’nin her iki yakasında bu kuşaklar bağlı oldukları yaşamdan koparılmanın acısını biliyorlar, kişisel tarihlerini bu zorunlu göç deneyimi şekillendiriyor. Sonraki kuşaklara da aktarılan bir deneyim anlatısı da gerçekleşiyor. Sadece yer değiştirmek zorunda kalanlar değil, arkada kalanlar için de bir acı söz konusu. Dolayısıyla bu etkilenmenin olmaması kaçınılmazdı. Göç nesneleriyle çalıştığım enstalasyonlar bir ağ ortaya çıkıyor. Bavullar geçmişte bir yaşanmışlığa, mevcudiyete işaret eden nesneler. Sahibinin varlığını hissettiren şey, onların kullanılmışlığı ve izlerini içinde muhafaza edişi. Bu yerleştirmeler aynı zamanda eşyalarıyla vücut bulan bir insan kalabalığı ortaya çıkarıyor. Nesnelerin varlık yokluk durumu üzerinden çalışan bu işler izleyicinin kendi varlığıyla yüzleşmesini sağlıyor.

NASIL TERCÜME EDİLİR?’

- ‘Hafıza Odası’ sergisinde, “Anılar ne işe yarar? Hatıraları somutlaştırmak için nesneleri nasıl kullanırız? Yaşananların tanıkları ölünce yaşanmışlıklara ne olur?” gibi sorular yöneltmiştiniz. Bu serginin en önemli sorusu ne?

- Hatırlamadan göremiyor, gördüklerimizi başka türlü bilemiyorsak nereden başlayacağız? Mevcut bağlam olayı anlatabilecek dile veya kelime dağarcığına sahip olmadığında, geçmiş bir travma nasıl tercüme edilir? Ana sorularım ve başladığım yer burası: Hâkim söylemin geçmiş anlatısının karşısına, bu anlatının dışladığı unsurların birbirinden ayrı, birbiriyle çatışan ama aynı zamanda ve en önemlisi diyaloğa açık bir dil üretmeye çalışan geçmiş anlatısını koymak. Geleceğe dönük bir geçmiş anlatısının diyalog ve pratik üzerinden inşa edilişini mümkün kılmak. Burada bahsettiğim geçmişi deneyimleyen tanıklar tarafından yazılan yaşanan tarih. Bu tarih bize, coğrafi kökenin, artık ellerinden alınan vatanın ve bunun hatırasının, mültecilerin kendilerini tanımlamalarının merkezinde yer aldığını gösteriyor.

- Bir röportajınızda, “Tek düşündüğüm işlerimin henüz çözüme ulaşmamış bir geçmişle yüzleşmek için bizlere nasıl yol gösterebileceğiydi” demişsiniz. Yüzleşip çözebilecek miyiz sizce?

- Sanatsal hatırlatma biçimleri yüzleşme olanağı için bir alan açabilir. Kendi kolektif tarihiyle kaçınmanın toplumlara bir faydası olmuyor. Çıkışı olmayan bir labirent gibi yüzleşmediğiniz geçmiş farklı biçimlerde kendini tekrarlıyor. Geçmişin hayaletleri kendini daima hatırlatarak bugüne musallat oluyor. Kendini yeniden tekrar etmeyecek bir inşa gerekiyor. Sanatsal sorgulamalarla geçmişi yeniden yazmak mümkün olabilir belki. Ama her şeyden önce hatırlamak ve konuşmak gerekiyor. Özellikle enstalasyonlar üzerinden, varlık ve yokluk kavramına, nesneler aracılığıyla yeni tanımlar ekleyebileceğimi ve bu yeni tanımların işlerimde yeni bağlamlar yaratabileceğini düşünerek çalışıyorum. Sergiyi izleyen ve düşüncelerini paylaşanlardan edindiğim izlenim bana umut veriyor. Hem yakın geçmişimizde yaşadıklarımızı yeniden düşünmek için hem de bu geçmişin bugünle ilişkisine bakabilmek için bir olanak.

 

GÖÇ HAFIZASI OLUŞUYOR’

- İşleriniz için, hatırlama ve bağışlama, ama bağışlarken de belleği canlı tutma, unutmama kaygısı taşıyor demek doğru olur mu?

- Bağışlamayla bellek yitimini birbirine karıştırmamak gerekiyor, belleğin katılaşmasına neden olmayan bir siyaset üretilmeli, ancak o zaman iyileşmeden söz edebiliriz. Böyle bir göçün travmasını anlamamızı sağlayacak dili ve kelime dağarcığını kurmak gerekli. Bunun için gideceğiniz yer tarihi yaşayanların tanıklığı ve anlatıları olabilir ancak. Göç etmeye zorlanan her insanın tarihini göç hafızası şekillendiriyor doğal olarak. Tanıklık sonrası şimdiki zamana ilişkin travmatik geçmişi göstermenin aracı olarak nesneleri kullandığım yerleştirmelerde bu referanslar yer alır.

- Yüzleşme serisi devam edecek mi?

- Yüzleşmenin olanağı üzerine her zaman düşünüyorum. Çünkü içine doğduğum dünyanın beni getirdiği bir yer burası. Çalışma pratiğim ve daha pek çok şeyi bu olanağın etrafında ördüğümü görebilirsiniz. Ben tarihi, ona tanık olup, ona iştirak edip de görünmez kalanların hikâyeleriyle anlatmayı seçiyorum. İnsanlığa karşı işlenen suçlar söz konusuysa, geçmiş günahlarıyla yüzleşmesi toplumları küçültmüyor. Aksine olgunlaştırıyor ve iyileştiriyor. Görsel bir hikâye anlatıcısı olarak yarattığım dünyaları bu hikayelerle kurmaya çalışıyorum. Büyük tarihlerin görmezden geldiği kayıp geçmişler beni ilgilendiriyor. Kendime sorduğum şey onları nasıl işitilir kılabileceğim. O nedenle üreteceğim her esere, yerinden edilmiş, sesleri silinmiş ve görünmez kılınanlarla yüzleşme konumundan bakıyorum.

Nesnelerin içinde gizli’

- Üretirken size en çok ilham veren, hafıza odalarınızı dolduran şeyler neler?

- Benim hafıza odam mekânlar, imgeler ve nesneler aracılığıyla sürekli genişleyen bir oda. Hatırlayan bir öznenin hayal ettiği form ve renklerden, belleğin taşıyıcısı hikaye ve masallardan oluşuyor. Dünyaya dair ilk bilgilerimi aldığım kaynaklarım çocukluğumda hikâye anlatıcılarından dinlediğim masallardır. Sanat yolculuğumu başlatan da bu hikâye ve masallardır. Nesnelere yüklediğimiz anlamlar da çoğunlukla insanlara yüklediğimiz anlamlar gibi değil midir? Bu anlam imgeye dönüşür. Nesnenin dış kabuğunu soyup içine girdiğimizde karşılaştığımız şey, o nesne ile geçirdiğimiz anlar bütünü olur. Geçmişimiz o nesnenin bize yaşattığı duygunun içinde gizlidir.

Kırkyamada kadın hikayeleri

- Anlattığınız hikayeler arasında son yıllarda şiddet sarmalının içine sıkışan kadınların da sesi var mı?

- Şiddetin bizim coğrafyamızda çok uzun bir geçmiş var. Özümsemediği her şeyi bazen doğrudan bazen de yavaş ama sembolik biçimlerde yok etme geleneğine sahip. Burada en çok sıkışan çocuklar ve kadınlar. Hangi hikayelerin duyulduğu ve görünür olduğu, hangilerinin olamadığı arasında çok ince bir çizgi var. Başkalarının yerine konuşmaya çalışmadan, yok sayılan sesleri kendi dünyamda nasıl ifade edebileceğimi, nasıl dönüştürebileceğimi düşünüyorum. Gavur Mahallesi’nde sergilenen kadınlarla birlikte çalıştığım kırkyama işleri bu alanlardan biri. Bu seriye ‘Kadın Hikayeleri’ adını verdim. Kumaşın ve kullanım biçimlerinin hikaye anlatıcılığı ve mitoslarla yakın bağı olduğunu düşünüyorum. Kırkyama kadınlarla ilişkilendirdiğimiz bir pratik ve tarihsel deneyimin gündelik konularını anlatmanın bir yolu. Tarih yazımı için maddi bir kaynak olarak kullanılıyor. En küçük parçanın bile yitip gitmediği, yok olmadığı bir düşünce dünyası.