Son dönem çağdaş edebiyatımızın önemli temsilcilerinden Kerem Işık, Sınır adlı yeni kitabında, varoluşumuzu kuşatan 'sınır'lara dikkat çekiyor. Işık, varoluşumuza dair hissettiğimiz çaresizlik ve umutlarımızı, inşa ettiği distopik evrende gelişen ve yer yer nostaljik tatlar da aldığımız hikâyelerinde bir yaşam çabası olarak dile getiriyor

1976'da İzmir'de dünyaya gelen Kerem Işık'ın ilk öykü kitabı 'Aslında Cennet de Yok', 2010 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. İkinci öykü kitabı 'Toplum Böceği', 2012'de Haldun Taner Öykü Ödülü'ne layık görüldü. 2015'te çıkan üçüncü öykü kitabı 'Iskalı Karnaval'dan sonra romanı 'Dünyanın Güçlü Tarafı'nı okurlarının beğenisine sunan Kerem Işık, kimi yapıtlarında yer verdiği fantastik unsurları yeni öykü kitabı Sınır'da son derece özgün ve ilginç bir evren yaratmakta kullandı. Aynı zamanda bir kimya mühendisi olan yazar, İzmir'de faaliyetini sürdüren Livera Yayınları'nın yayın yönetmenliğini yapıyor ve çevirileriyle edebiyatımıza yepyeni yapıtlar kazandırmaya devam ediyor.

•      Bir yazar ve yayıncı olarak günümüz edebiyat ortamını, edebiyat dergilerinin yönlendirdiği 90'lar ve öncesine göre kıyaslar mısınız?

O yıllara göre çok şey değişti elbette. Hem teknolojinin ilerlemesi anlamında, hem de kanımca toplumsal bağlamda. Kendimce bir şeyler karalama aşamasından çıkıp da derli toplu metinler kaleme almaya, basılı dergilerin gücünün hâlâ hissedildiği bir dönemde başladım. Yıllar boyunca öykü dergilerini dikkatle ve şevkle takip ettim.

•      Devam ediyor mu bu tutkunuz?

Elimden geldiğince. Ne var ki artık basılı dergiler o yıllara kıyasla hem sayıca azaldı hem de güçten düştüler.

EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ GÜÇTEN DÜŞTÜ

•      Bu durumun başlıca sebebi neydi?

İnternet ve sosyal medyanın yükselişi önemli etmenler arasında diye düşünüyorum. Artık herkes her şeyi avuç içlerindeki ekranlardan takip etmeyi yeğliyor. O yıllara kıyasla çok fazla kitap yayımlandığından sosyal medya ortamlarında görünür olmayan/olamayan yahut bunu tercih etmeyen yazarlar ya da çok takipçili okur sayfalarının radarına girmeyen nitelikli kitaplar göz ardı edilebiliyor. Dikkatimi çeken bir diğer mesele de edebiyat dergileriyle birlikte edebiyat eleştirisinin de güçten düşmesi. Artık kitaplarla ilgili yalnızca tanıtım yazıları okuyabiliyoruz. Derinlikli analizler yok denecek kadar az.

  

•      Artık pek çok yazar, biraz da ihtiyaçtan yapıtlarının PR'cısı gibi hareket ediyor. Bu durum entellektüel, hatta etik sorunlar yaratmaz mı?

Tercih meselesi sanırım. Doğru, böyle bir zorunluluk olduğu düşünülebilir fakat bunu tercih etmeyen ve hatta sosyal medya hesabı dahi olmayan yazarlar da var elbette. Ben bu konuda biraz eski kafalıyım sanırım. Entelektüel ve etik sorunlar üzerine düşünmeye başlamadan çok önce, bu durum benim için farklı bir sorun teşkil ediyor.

•      Farklı sorun derken...

Yazıyla arama giren, yazıya ayıracağım vakitten çalan her şeyi bir fazlalık olarak görürüm. Sosyal medya ve kendi kendini pazarlama çabası da buna dahil elbette. Yazarın yalnızca yazdığı metne ve ortaya koyduğu düşünsel çerçeveye karşı bir entelektüel ve etik sorumluluğu vardır.

YAZARIN ÖNCELİĞİ

•      Edebiyatçı artık çokça tiraj ve tanınırlığı da mı hedefliyor? Yoksa verilen o görüntü mü bu izlenimi yaratan?

Yayıncılığın da bir ticaret kolu olduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Yayınevlerini ayakta tutan şey kitap satışları sonuçta. Dolayısıyla diğer iş kollarındaki tüm firmalar gibi yayınevlerinin de sosyal medyanın gücünü kullanarak kendi ürünleri olan kitapları öne çıkarmaya gayret etmeleri gayet doğal. Buradaki asıl sorun benzer kaygılara yazarların da kapılması.

ERGÖNE: DÜŞSEL BİR KASABA

•      Söyleşimizin nedeni yeni öykü kitabınız Sınır. Fantastik ve distopik bir evrene giriliyor o sınırdan. Neden distopik evrenlere ihtiyaç duyar bir yazar?

Ciddi anlamda okumaya fantastik ve bilimkurgu türlerindeki edebiyat metinleriyle başladım. Şimdiye dek yazdığım hemen her metinde de öyle ya da böyle mutlaka bazı fantastik unsurlar yer almıştır. Gerçeklikle bağını koparmadan onu eğip büken metinler yazmak bana son derece doğal gelen bir tercih. Bu tür metinler yazmak zihnimi tam anlamıyla serbest bırakarak ilerlememi kolaylaştırıyor.

•      Distopik ortamlara gelirsek...

“Reductio ad absurdum” diye bir mantık terimi vardır. Latince 'saçma olana indirgeme' anlamına gelir. Sanıyorum distopik ortamlar da benim için bunun kâğıt üzerindeki bir yansıması. Iskalı Karnaval’da da bazı distopik öyküler vardı. Distopik ortamlar gerçek hayata dair dertlerimi saçma uçlara doğru çekiştirerek yüzleşebilmemi kolaylaştırıyor diyebilirim. Fakat Sınır’da durum biraz daha farklı. Ergöne gibi hayalî bir kasaba kurgulayıp bu yokyer’i öyküler aracılığıyla genişletme düşüncesi epeydir düşündüğüm bir meseleydi.

•      Edebiyat bir şifa vesilesi de olabilir. Yaşamın türlü acı ve kederlerine karşı bir farkındalık da yaratabilir. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Bu ikisini birbirinden ayırmanın doğru olduğuna emin değilim. Edebiyat aynı anda pek çok şeyi yapabilme kudretini haiz. Yine de benim için umut biraz daha ağır basıyor sanırım. Sınır’da çocukların ve bir kavram olarak çocukluğun bunca öne çıkmasının da nedeni bu olsa gerek.

ÖNCE HİKAYE GELİR

•      Dil, tema, karakterler ve hikaye... Bir edebiyat yapıtını var eden ilk güç nedir? Hangi olmazsa olmaz ile yola koyulmalıdır yazar?

Benim için bir edebiyat eserinin olmazsa olmazı hikayesidir. Bir roman ya da öykü okuyorsam her şeyden önce bana bir hikâye anlatmasını beklerim. Dil, yazarın meselesini ve hikayesini aktarabilmek için kullandığı bir araçtır. Yazarken onu her daim elimizden gelen en ihtimamlı şekilde kullanmaya ve zaman içinde kendimize özgü bir üslup yaratmaya çabalamalıyız elbette, fakat hikaye yoksa anlatacak bir şeyimiz de yok demektir.

•      Sınır, insan olmaya, insan kalmaya, doğada 'insan' olarak yer işgal etmenin 'tuhaflığına' dair öyküler var. Bu öyküleri yazarken çaresiz varoluşumuza dair duyduğunuz şaşkınlık mı yoksa umutsuzluk muydu sizi harekete geçiren? Sınır'ın, bu bağlamda bir mesajı var mı?

Herhangi bir edebiyat metnini okura verdiği bir mesaja indirgemek çok doğru değil elbette. Sınır’ı okuyan her okur anlatılan öykülerden kendi düşünce yapısına, deneyimlerine ve yaşama bakışına göre bir mesaj çıkaracaktır mutlaka, fakat beni bu öyküleri yazmaya iten ya da genel anlamda yazmaya devam etmemi sağlayan şeyi aslında çok güzel bir şekilde ifade etmişsiniz: çaresiz varoluşumuza dair duyduğum şaşkınlık. Kitabın başındaki Adelia Prado alıntısından başlayarak Sınır’da da insanlık durumu, şiddet, umut, çocukluk, anılar, hafıza ya da geçmişe duyulan özlem duygusu gibi beni zihinsel olarak harekete geçiren çeşitli kavramlara odaklanıp dünya üzerinde sürdürdüğümüz şu kısacık yaşamlarımızın beni hayrete düşüren yanlarını ortaya koymaya çalıştım.

•      İyi yazarlar, iyi yazarların kılavuzluğunda ilerler. Sizi etkileyen, sizi yazma deneyimi için teşvik eden, 'Benim de söyleyecek sözüm var" dedirten yazarlar kimlerdi?

Yazı yolculuğumda benim için çok önemli olan ve ‘kahramanlarım’ diye nitelendirdiğim isimler var elbette. Bunların başında Dino Buzzati geliyor. Italo Calvino, Kazancakis, Ursula LeGuin de her okuduğumda beni yazmaya teşvik eden yazarların başında geliyorlar.  

BİZE DAYATILAN SINIRLAR

•      'Sınır' üzerine çok düşünülebilecek bir sözcük. Her zıtlık arasında doğal bir sınır var. Belki de çoktan belirlenmiş sınırlı yaşam seçimlerimizde de hakeza. Siz yazarken kendi sınırınızı yaşamaya, mutluluğa ve umudu doğru mu çiziyorsunuz?

Evet, sınır pek çok farklı açıdan yaklaşılabilecek bir sözcük. Bu kitap özelinde gerçeklik ve kurmaca evren, geçmiş ve gelecek, çocukluk ve yetişkinlik, şiddet ve şefkat gibi farklı kavramlar arasındaki sınırlardan söz edilebilir. Ayrıca yepyeni bir yola girip hayalî bir mekân inşa etme düşüncemi en nihayetinde hayata geçirerek kendi yazarlık serüvenimde de bir sınır aşımına karşılık gelebilecek bir ilerleyişten bahsedilebilir. Dolayısıyla evet, Sınır başlığı çok şey ifade ediyor benim için. Sınırlar önceden çizilmiş olabilir elbette, fakat bu önceden çizilen ve bize dayatılan sınırları kabul edip etmemek konusunda özgür olduğumuzu düşünüyorum. Bu da benim tüm yaşananlara, yüzleştiğimiz tüm zorluklara rağmen sınırı öyle ya da böyle yaşama, mutluluğa ve umuda doğru çizmeme olanak sağlıyor sanırım.

•      Herkes kendi 'sınır'ları içinde mutlu, güvenli yaşamını sürdürmek çabasında. Böyle bir yaşam akışı içinde 'gerçek'ten gözlerini kaçıran, ona gözlerini kısarak bakan, sözcüklerini yutarak söyleyen bir edebiyat doğrunun tarafında mıdır?

Ortaya konan her edebiyat eserinin bir yanıyla gerçeklikle ve içinde yaşadığımız dünyada yüzleştiğimiz sorunlarla bir bağı olduğunu unutmamak gerek. Doğru, kimi yazar derdini daha kısık sesle ifade ederken kimi bunu bağıra çağıra yapmayı seçebilir fakat yaşamdaki çeşitliliğin güzelliği de buradan gelmiyor mu zaten? Sonuçta gündelik hayatta da kimimiz daha çekingen ve içe kapanıkken kimimiz daha konuşkan ve dışa dönüğüz. Ya da bir savaş yahut baskı ortamında kimi yüzleşilen şiddete tepkisini ön saflara çıkarak gösterirken kimi geride durup çocuklara masal anlatarak pasif bir direniş sergilemeyi seçebilir. Kanımca önemli olan nokta, yaşamlarımızı derinlemesine inceleyerek kendi kişiliğimizin elverdiği ölçüde gerçekliğe ve hayata dair düşüncelerimizi sarih bir şekilde ortaya koyabilme uğraşından asla vazgeçmemektir.

•      Son sorumuz gelecek planların dair olsun. Okurlarınız orta ve uzun vadede sizden neler okuyacak?

Yayınevine epey önce teslim ettiğim illüstrasyonlu bir novella var. Sırada o olabilir. Fakat yeni metinler anlamında Ergöne öykülerine devam edeceğim gibi görünüyor.