Kimi zaman kelimeler ruhumuzu okşayan bir ezgi, kimi zaman da tarihin derinliklerinden gelen bir fısıltıdır. Bugün, milletin en büyük mirasına, ses bayrağımıza bir saygı duruşu için buradayız: Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün milletine en değerli armağanlarından biri olan Dil Bayramı’nın 93. yılını anıyoruz. Tıpkı bir ressamın tuvaline en canlı renkleri seçmesi gibi, biz de hayatımızı şekillendiren kelimeleri nasıl seçtiğimize ve dilimize nasıl özen gösterdiğimize yakından bakacağız. Bu, sadece bir anma değil, bir milletin kendi öz benliğini kelimeleriyle yeniden keşfedişinin, ayağa kalkışının simgesidir.
26 Eylül 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu ile taçlanan bu büyük atılım, sadece kuru bir tarih detayı değil, bizzat Atatürk’ün, “Türk milleti, asırlardan beri kendine hayat veren, kendisini yükselten öz varlığı olan diline sahip olmalıdır.” sözüyle özetlediği derin bir felsefedir. O, biliyordu ki, bir ulusun bağımsızlığı sadece topraklarının sınırlarıyla değil, kelimelerinin gücüyle çizilir.
Peki, bir millet için dil neden bu denli hayatidir? Dil, basitçe iletişim aracı değildir; o, milletin kalbidir. Kelimeler sadece seslerden ibaret değil, yüzlerce, binlerce yıllık birikimin, acıların, sevinçlerin, zaferlerin kristalleşmiş hâlidir. Bir bebek, ana dilini öğrenirken aslında sadece sesleri değil, ait olduğu coğrafyanın düşünce biçimini, fıkrasını, türküsünü, atasözünü de miras alır. Bu mirastır ki bizi biz yapan, bizi diğerlerinden ayıran, bizi tarihe bağlayan görünmez zincirdir.
Dilin önemi, onun inceliğinde, zenginliğinde yatar. Düşünün ki atalarımız bir duygu için onlarca farklı kelime, bir durum için yüzlerce farklı ifade yaratmış. Her bir kelime bir hikâye taşır. Ancak bu hazineyi kullanmayı bırakırsak o kelimeler birer birer ölür ve onlarla birlikte o duyguyu ifade etme, o düşünceyi üretme yeteneğimiz de körelir. “Dilini kaybeden bir millet, geleceğini de kaybetmeye mahkûmdur.” derler. Bu, mecaz değil, çıplak gerçektir.
İşte bu noktada dilin doğru ve özenli kullanımı devreye girer. Dil, yaşayan bir organizmadır; ona ne verirseniz onu büyütür, neyi ihmal ederseniz onu soldurur. Günlük hayatta, sohbetlerimizde, yazışmalarımızda gösterdiğimiz kelime seçimi sadece bizim eğitim seviyemizi değil, dilimize verdiğimiz değeri de gösterir. Merhum Cemil Meriç ne güzel söylemiş: “Kelime, kâinatın manzarasıdır.” Manzaramız ne kadar zengin olursa kâinatımız, yani düşünce dünyamız da o denli geniş ve derin olur.
Dili konuşurken özen gösterilmesi gereken hayati noktalar
Dili kullanırken, tıpkı değerli bir sanatkârın eserine gösterdiği özen gibi davranmalıyız. İşte o sanatı icra ederken dikkat etmemiz gerekenler:
– Kurulan cümlelerin anlamı hemen ve net anlaşılmalıdır. Karmaşık, dolambaçlı yollara sapmak yerine “az sözle çok şey anlatma” ilkesi benimsenmelidir.
– Yabancı dillerden ödünç kelimeler kullanmak yerine, Türkçede karşılığı olan veya yaratılabilecek özgün kelimeleri tercih etmek kültürel bağımsızlığımızı pekiştirir. Yeni nesil kelimelerin doğru ve yerinde kullanılmasına özen gösterilmesi en samimi beklentimizdir.
– Dilin yapısını bozacak, anlamı değiştirecek yanlış ek veya sözcük kullanımlarından kaçınılmalıdır. Gramerin, dilin omurgasını teşkil ettiği akılda tutulmalıdır.
– Argo, yozlaşma veya gereksiz yere yabancı kelime istilası gibi etkenlere karşı uyanık olmak, dilimizi temiz ve sağlam tutmanın anahtarıdır.
– Nasıl ki bayrağımız yere düşmesin diye canımızı ortaya koyuyorsak, dilimiz de yozlaşmasın diye öylesine millî duygularımızla hareket edip özen göstermeliyiz.
– Kullanılan dilin tonu ve kelime dağarcığı, konuşulan kişinin veya grubun sosyo-kültürel seviyesine ve beklentisine uygun olmalıdır.
Dedemden dinlediğim bir anekdot aklıma gelir. Köy odasında bir ihtiyar, genç bir delikanlının sürekli yabancı kelimelerle süslü, anlaşılması zor bir konuşma yapmasını dinlemiş. Nihayet dayanamayıp şöyle demiş: “Oğul, o kadar laf ettin, ağzından bir sürü kelime döküldü. Lakin ne dediğini ne ben anladım, ne de sanırım sen tam olarak anladın. Eskiler der ki, ‘Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.’ Senin sözlerin ne savaşı keser ne de başı kestirir; sadece havada dağılır.”
Bu anekdot, dilin gücünü ve amacını çok net anlatır. Dil süs olsun diye değil, anlaşılmak, uzlaşmak, düşünceyi inşa etmek için vardır.
Sonuç olarak Dil Bayramı bize sadece bir tarihi olayı anımsatmaz. Bize her gün elimizde tuttuğumuz o paha biçilmez mücevheri, Türkçemizi hatırlatır. O sadece bir miras değil, aynı zamanda gelecek nesillere bırakacağımız en değerli emanettir. Ancak kelimeler kadar, onları hayata geçiren bir başka unsur daha vardır ki, o da sesimiz ve ifademizdir.
Sözün etkisi sadece ne söylediğimizde değil, nasıl söylediğimizde saklıdır. Ses tonumuz, kelimelerimizin üzerindeki o görünmez baskıyı oluşturur; coşkuyu, şefkati, kararlılığı ya da güvensizliği taşır. Bir düşünceyi fısıldayışımızdaki yumuşaklık veya haykırışımızdaki titreşim, sözün anlamını katlarca artırır. Vücut dilimiz, göz temasımız, jest ve mimiklerimiz ise cümlenin altını çizen, anlamı pekiştiren sessiz elçilerdir. Unutmayalım ki, bir bilge kişinin dediği gibi: “Dil, kalbin tercümanıdır.” Bu nedenle sadece kelimelerimizi değil, aynı zamanda ruhumuzu yansıtan ifade tarzımızı ve sesimizi de bilgelikle, samimiyetle ve özenle kullanmalıyız. Yunus Emre’nin yüzyıllar önce söylediği gibi: “Söz ola kimsenin hatırın kırmaya.” Sözümüzün gücünü bilerek, onu yücelterek bu emaneti layıkıyla taşıyalım.
Dil Bayramınızı kutluyorum.
Sevgi ve saygılar.