Çürüme

Abone Ol

Ancak bir kere yaşayacağımız ve ne zaman, nasıl, nerede biteceğini bilmediğimiz bir ömür var. O ömrü doğduğumuz, doyduğumuz, olmaya, yetmeye, yakışmaya çalıştığımız ve adına “ülke, vatan, memleket, yurt” dediğimiz, dünyanın en güzel coğrafyasında sürdürüyoruz. O coğrafya ki, benzersiz doğal yapısını, akıl almaz bir tarih yolculuğuyla dokumuş, sayısız taç ve taht hükümranlığının ardından Türkiye Cumhuriyeti kimliğine kavuşmuştur. Bu kavuşma, İnsanlık Tarihinin gerçek mucizelerinden biridir. “Mucize” sözcüğü boşuna değildir, çünkü insanlığı onurlandıran ve geleceğe taşıyan her devrim birer insanlık mucizesidir. Türkiye Cumhuriyeti evrensel aydınlanma değerlerinden esinlenerek temel atmış, çağdaşlık, demokratlık, hukuk ve laiklik kolonları üstünde yükselmiş, “kesintisiz devrim” öngörüsünü ve ödevini gelecek kuşaklara emanet etmiş bir devrimdir. Bu özet, kurtuluştan kuruluşa bir var oluş ve aydınlanma devriminin; karşıdevrimci tutum ve uygulamalarına karşı direnme mücadelesinin de özetidir.

Baskıyı kadere çeviren kul, ümmet, tebaa, reaya, saray malı memalik dayatması ve mutlak kabulünden, özgür birey, yurttaş, vatandaş, toplum, ulus ve ülke karakterine dönmek; dil, din, cinsiyet, milliyet çeşitliliğini adı Türkiye Cumhuriyeti olan ortak bir paydaya, şenliğe ve zenginliğe evirmek, elbette bu satırları yazmak kadar kolay olamazdı, olmadı da. Taht ve taç artıklarına, feodalizmin kahrolası ağalarına, her cins ve renkten mütegallibe soysuzlarına, farklılıkları düşmanlığa ve katliama dönüştürme provokatörlerine, ateşin ve ihanetin beslemelerine, çıktığı yumurtayı beğenmeyen kimliksizlere, cehaletin ve yobazlığın karanlığına, savrulmuşların evi ocağı dağıtmalarına rağmen ayakta kalmak, (ilk 22-23 yıllık onurlu ve soylu dönem hariç!) bunca yıldır herkese ve her şeye ve tüm yaralarına rağmen ayakta kalmak bir mucize değildir de nedir?

Yaşadığımız ve ne zaman biteceği bilinmeyen bir çürüme sürecinde, bizi bu rezilliklere, kepazeliklere, skandallara, utançlara ve öznelerine rağmen, bundan sonra da ayakta tutacak olan şey, bu mucizenin değerini bilmekten, koruma ver kollama bilincimizi tazelemekten, yalana ve talana karşı itirazımızı yükseltmekten başka bir şey olamaz.

Bugünlerde yakın tarihimizi derinden ilgilendiren ve her açıdan okumamız, belleğimizin tozlarını silkelememiz, bu ülkenin ve Cumhuriyetinin mirasçısı olmanın hak, yetki ve sorumluluğunu anımsamamız gereken bir sürecini, sahne oyunu olarak yazmaya çalışıyorum. Bu çaba, birçok yeniden okumayı, disiplinler arası yolculuğu, araştırıp soruşturmayı gerektiriyor. Karşımdaki kaynak yığınının saptadığı, belirlediği, öngördüğü, haykırdığı, uyardığı, adeta yalvardığı ve esasında aklı, yüreği, ahlakı ve vicdanı olan herkesin bal gibi bildiği gerçekler var. İşin keder verici yanı, bu gerçekleri dillendiren pek çok değerli insanın, kuruluşunun ve oluşumun, uyardığı kötülüklerin eliyle katledilmesi, öldürülmese bile yıllarının çalınması, onlar üstünden bir ülkenin onulmaz biçimde örselenmesi, kötürümleştirilmesidir.

İşin daha beter yanı, bile bile o cinayetlerin işlenmesidir, o soygunların hırsızlıkların namussuzlukların göz göre yapılmasıdır, bilimden sanattan hukuktan vaz geçtim, yahu hiç olmazsa sana yapılmasını sen de başkalarına yapma atalar sözünün çiğnenmesidir. Bu korkunç yabancılaşmanın, ikiyüzlülüğün, kıyıcılığın egemenliğini topyekûn kabul etmek; kabul etmeyenleri enayilikten şeytanlaştırmaya bin yaftayla damgalamak, yetmezse yaşadığına pişman etmektir.

“Pompei’nin son günleri” demek çok kolaydır şu kepazeliklere bakınca. Durumu, Shakespeare’in sözcükleriyle “Çürümüş bir şeyler var Danimarka’da” diyerek özetlemek çok kolaydır. Ahalinin ahvalini “Godot’yu Beklerken” diye açıklamak, gayet doğrudur.

Kestirmeden köşeyi bitirmek gibi olmasın ama…

Bu ülkenin, bu coğrafyanın, bu kentin sanat erbabına düşen, bu çürümeyi teşhir etmek, tartışmaya açmak, itiraz ve müdahale kanallarını zorlamak, hayatın her alanına dair umudun ve cesaretin kapılarına dikkat çekmektir.

Çünkü yaşananlar “Kırmızı Pazartesi”dir. Taammüden bir cinayet işlenmekte, bunu herkes bilmekte ve görmektedir. En acısı değil en kötüsü, herkesin susmasıdır. Kendi derdine düşmesi, uyuzunu kaşıması, eleştirdiğine benzemesi, sözde kınadığını pratikte aynen kuşanması, gergedanlaşması, vasatlığın suç ortaklığı yataklarında huzur içinde yiyip içip, sevişip uyumasıdır. “Bir Halk Düşmanı”na dönüştürülenlerin derin ve hazin bir yalnızlıkta kalmasıdır.

Sanat bunlara itiraz değildir de nedir? Yoksa siz de sanatı çürümenin noterliği, onay katipliği, geveleme seansı, hayattan kaçma kapısı, korkaklığın ambalajı, düzenin payandalığı falan mı sanıyorsunuz? Nazım Usta bunlar için neler diyor biliyor musunuz?

Biliyor musunuz? Yahu insan bildiklerinden değilse bile, Nazım Ustadan utanır be kardeşim! Biz de bir buçuk sayfadır çürümeyi anlatmaya çalışıyoruz!