“DÖRT YANIM PUŞT ZULASI” NASIL “HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM” OLDU?

Abone Ol

Demokrat Parti 1950’de iktidara gelmiştir.
Türkiye, iyice ABD’ye yaklaşmıştır.
Yine Türkiye bu dönemde Kore Savaşı’na katılmış, NATO’ya da üye olmuştur.
O günlerde iktidar TKP’ye (Türkiye Komünist Partisi) büyük bir operasyon düzenler.
Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Zeki Baştımar, Mehmet Bozışık, Sevim Tarı, Mihri Belli, Vedat Türkali,
Ruhi Su, Enver Gökçe, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Suat Taşer, Ulvi Uraz, Behice Boran, Nejat Özon, Orhan Suda, Şükran Kurdakul ve Şoför İdris’in de aralarında bulunduğu isimler gözaltına alınır.

-SANSARYAN HAN'DAKİ TABUTLUKLAR-

Gözaltına alınan 184 kişiden 167’si, iki yıl boyunca tabutluklarda işkencelerden geçirilir ama asla teslim olmaz!
Demokrat Parti çıkardığı özel bir kararnameyle, Sansaryan Hanı’ndaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci (Siyasi) Şubesi’nin hücreler bölümünü “Ankara Garnizon Komutanlığı 2 No’lu Askeri Ceza ve Tutukevi”ne çevirmiş ve bütün tutuklular buraya konulmuştur.
İşkenceli sorgular, “Komünist Masası” polisleri ve asker sorgucular tarafından yapılmıştır.
İki yıl süren sorgulama ve soruşturmadan sonra bir yıl süren dava 17 Ekim 1954 tarihinde bitmiştir. Dava sonunda 118 kişi on yıl ile bir yıl arasında hapis cezası, ilaveten üç ile bir yıl arasında sürgün cezasına çarptırılmıştır. 1951 Tevkifatı’nda yargılananlar arasında 17 de kadın bulunmaktadır.
Sansaryan'ın "tabutluk" adı verilen hücrelerinde beş ay ağır işkencelerden geçen Ruhi Su, "Bu nasıl İstanbul Zindan İçinde" isimli türküsünde Sansaryan Han'ı anlatır: "Bu nasıl İstanbul zindan içinde/ Kayboluverdi gecem gündüzüm/ Bu nasıl İstanbul zindan içinde."

-TUTUKLANANLAR ARASINDA BİR ŞAİR-

Tutuklananlar arasında şair ve yazarlar da vardır. Bunlardan biri de Ankara Üniversitesi DTCF öğrenciliği yıllarından beri polis takibinde olan, sık sık sık da gözaltına alınan Ahmed Arif'tir.
“beni yiğitler götürür/ katlarına/ sevda ile varılan/yiğitler ki/ dillerini tükürmüş/ yiğitler ki/ hâyaları burulan” diye yazmış TKP’li Ahmed Arif !

-MAZLUM VE GARİBAN-

Kendi ifadesiyle, ‘’Halkının mazlum ve gariban" şairidir Ahmed Arif…
Türk Şiir geleneğimizde “hapishanede şiir yazma ve edebiyat yapma” çok eskilere dayansa da bu izleği görünür hâle getiren "Dünya Şairimiz" Nâzım Hikmet’tir.
Yazar Temel Demirer’e göre; “Bu süreç, bir süre sonraki 40 kuşağı şairleriyle doruğa çıkmış bir duyarlıktır.
Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Arif Damar gibi isimler bu duyarlığı işleyen şairlerin başında gelir.
Ama denilebilir ki hiçbir şair, Ahmed Arif ve şiiri kadar mahpushaneye ilişkin değildir.
İster hapishane desin, ister mahpushane, zindan, içeri ya da dört duvar. Mahpushane onun için ‘Makamı Yusuf’tur(…)Ahmed Arif’te mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hâllerini kapsayan bir imgedir. Ondaki ‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir tikelliktir. Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir.
Bir karanfil naifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara dumanındadır. Reel olduğu kadar düşseldir de…
Mahpusluk dört duvarla sınırlı bir hâl değildir.
Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir.
Şair uzun yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir.
Bazen Altındağ’da, bazen Diyarbekir’dedir.
Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır.
Dört yön, on altı rüzgâr, yedi iklim, beş kıtadır: ‘Şafakları ben balığa çıkarım/ Akan akmayan sularda/ Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden/ Bir bahar akşamı dünyada/ Ben dört duvar arasında değilim/ Pirinçte, pamukta ve tütündeyim/ Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de…’
Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar bu düşselliğe vız gelir.
Ahmed Arif de edebiyatımızda “acılı kuşak” olarak bilinen 1940 kuşağındandır.
Bu kuşağın “acılı” olarak anılmasının nedeni, her birinin başlarına gelmedik belanın kalmamış olmasındandır.
(Sanatın Devrimcileri Devrimci Sanat)

-KİTABIN İSMİNİ DEĞİŞTİRDİ-

“Hasretinden Prangalar Eskittim”…
Ahmed Arif’in kitabı için düşündüğü ilk ad değidir. Namık Kemâl Liseli (NKL) Abimiz Şair Yazar Refik Durbaş’a bakın nasıl anlatmış?;
“ Kitabın adını
‘Dört Yanım Puşt’ Zulası’ koymuştum.
Ama sevgili kardeşim Ali Özoğuz buna engel oldu. Bana ‘kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok’ dedi. ‘Seni 15 yaşında çocuklar, kızlar taparcasına seviyor. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun.
Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın.
Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.’
Düşündüm, Ali’ye hak verdim.
Madem öyle kitabımın adı, ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim.
Şunu da söyleyeyim, başlangıçta ‘eskittim’ değildi, ‘çürüttüm’dü o sözcük.
Yani, ‘Hasretinden Prangalar Çürüttüm’.
Fakat ‘çürüttüm’ sözcüğünü sevemedim. Bir de bu sözcükte üç tane ‘ü’ geliyor ya arka arkaya, kulağımı tırmaladı.
İç kulağımı, yani gönlümü tırmaladı işte.
Müzik ve anlam bakımından daha güçsüz buldum.
O nedenle ‘eskittim’ dedim.”

-İŞTE O ŞİİR-

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...