Eylül, gençlerimiz ve geleceğimiz

Abone Ol

Geçen hafta, koşuşturmalar nedeniyle yazısız geçti. Ondan önceki “Hangi Eylül?” başlıklı yazımda, “9 Eylül 1922”yi, bir başka deyişle “İzmir’in Kurtuluşu”nun 103. Yıldönümünü kutlamış, 6-7 Eylül ve 12 Eylül gibi kara günleri de anımsatmıştım. Çünkü iyiliklerimizle, güzelliklerimizle, onur ve başarılarımızla övünmeye ne kadar hakkımız varsa, olumsuzlukları unutmamak ve “Bir daha asla!” diyerek, duruş ve kararlılığımızı göstermek gibi ödevlerimiz var. İster onurlandırsın, ister yüreğimizi bir kere daha karartsın, iyisiyle kötüsüyle kişileri, olayları ve sonuçlarını anmak için, doğru anlamak, gerçeği gizlemeden anlatmak, bütün bunlar için aklımızı ve ruhumuzu özgürleştirmemiz gerekir. Yalnızca hamasetle, yinelemekten sakıza dönmüş belagatle ve finalde haydi eller havaya cümbüşüyle yetinemeyiz.

Bu yılki anma etkinliklerine vahim, korkunç ve çok üzücü bir gölge düştü. Balçova karakol baskınında iki polis memuru, “bir bebekten yaratılmış katil” tarafından katledildi. Ailelerinin ve arkadaşlarının acısını kederle paylaşıyor, yaralılara acil şifa diliyorum. Bir başka yazının konusudur, şimdilik birkaç öneriyle yetineyim. Konuyla, daha doğrusu oluk oluk kanayan sorunla ilgili olarak TBMM Soruşturma Komisyonu oluşturulmasından Milli Eğitimin silkelenip bilinç tazelemesine, demokratik kitle örgütlerinden konuya dair ulusal ve uluslararası kurumlara uzanacak geniş bir eylemselliğe ihtiyacımız var. Bu iş yalnızca “ergen şiddeti” falan diye geçiştirilemez, basitleştirilemez. Gericiliğin, yobazlığın, terörün kucağına düşmüş zavallı genç palavrasıyla açıklanamaz. Dediğimce, konu bir başka yazıya kalsın. Ama bir oranlama da, kulağımızda yankılansın: 9 Eylül’ün muştuladığı yepyeni Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu tarafından her şeyden önce gençliğe armağan ve emanet edilmişti. 103. Yılında 16 yaşında bir “genç” tarafından işlenen cinayetlerle gölgelenmesinin nedenlerini, niçinlerini düşünmek, takkelerimizi önümüze koymak, bu sonuçtaki paylarımızla kişisel, toplumsal, kurumsal ve devlet olarak yüzleşmek durumundayız.

Yaşadığımız memleket ve dünya meselelerinden her biri, 9 Eylül gibi günlerin ne kadar değerli, anlamlı ve önemli olduğunu kanıtlıyor. Biz emperyalizme, küresel patronlarına ve yerli-yabancı işbirlikçi kuklalarına ve katillerine karşı, yeryüzünün en haklı ve en onurlu direniş savaşını verdik. Bu doğrudur ve daha muhteşem bir doğru pekiştirilerek insanlık belleğine kazınmıştır: “Yurtta Barış, Dünyada Barış!” Ölümsüz deha Gazi Mustafa Kemal Atatürk muhteşem sözünü, çok doğru okumak, yorumlamak ve 2025’te gereğince bir çağrıya dönüştürmek gerekmektedir. Bu söz yalnızca savaş meydanlarındaki silahlı, kanlı, ölümcül vuruşmalara karşı söylenmemiştir.

Bugün dünya, kendini “sağ” olarak tanımlayan sığ ve çok tehlikeli ideolojinin ve iklime, coğrafyaya, dine, dile göre kendini tanımlayan seçilmiş-atanmış-dayatılmış patronlarının oyuncağı haline gelmiştir. Ahalilerine ne kadar büyük, seçkin bir devlet ve millet olduklarının propagandasını yapıp, öteki devlet ve milletleri aşağılamaktan geri durmayan bu tiplerin, gözden ırak adreslerde birer koalisyon ortağı gibi gülüp oynamaları, sarmaş dolaş dünyayı kemirme pazarlıkları yapmaları hazin ve bir o kadar tehlikelidir. Bu tiplerin varlık nedenlerini, tutunma gayretlerini mesela “Savunma Bakanlığı”nın adını neden “Savaş Bakanlığı”na çevirdiğini, ne kadar güçlü olduğunu neden ürettiği savaş aletleriyle kanıtlamaya çalıştığını, devletten ileri karakola evirdikleri bir toplaşmanın yol açtığı cinayetlere ve insanlık suçlarına neden göz yumduklarını görmek, anlamak ve dünyayı temize çekmek için, zaman kısalıyor. Son model araç ve gereçlerle donatılmış bir Taş Devri döneminden geçiyoruz. Bu tiplerin en büyük başarısı, istikrarsızlaştırdıkları coğrafyaları ve kitleleri, silahı, hukuku, ekonomiyi, basını ve her şeyi ele geçirmenin gücüyle kendilerine muhtaç ve mecbur kılmalarıdır. Bu çaresizlik ikliminin, önce çocuklarını ve gençlerini mahvetmeleri kadar doğal ne olabilir? Her türlü aparat ve dayatmayla çaresizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen yeryüzü gençliği, artık kendini Balçova’da polisleri şehit edecek, Amerika’da konuşmacıyı boynundan vurup öldürecek, yoksulluğun ve yoksunluğun hüküm sürdürdüğü evlerde anasını babasını dedesini ninesini bıçaklayacak, okulda yolda pazarda on kişi birden çullandıkları akranlarının katledecek kadar gözü dönmüşlükle aramaya, kanıtlamaya çalışıyor.

Biz işte o yüzden, 9 Eylülleri, 29 Ekimleri, 23 Nisanları, 19 Mayısları bütün bunları konuşma, danışma, tartışma ve bir yol arama platformuna dönüştürmek zorundayız. Bu öncelikle bir yaşam kültürü, uygarlık düzeyi, çağdaşlık kaygısı, gelecek tasası sorunudur. Andığımız günler, onların açtığı yolda gerçekleştirilenler neden yapıldı, yalnızca coşalım eğlenelim diye mi?

Meseleyi kişiselleştirmek istemem ama insan bunları düşünürken, yazdığı şiirden alınan dizelerle, Konak Meydanından Aliağa caddelerine kentin tüm duvarlarında 9 Eylül’ün kutlanmasının keyfini bile yaşayamıyor. Onurunu başta kendi çocukları ve torunları olmak üzere, tüm çocuklara ve gençlere bırakmaya gelince… İşte onu hiçbir şey engelleyemiyor.