Kadınların eşitlik mücadelesi, antik çağlara kadar uzanır. Antik Yunan’da Sappho’nun şiirlerinde, Roma İmparatorluğu'nda ise kadınların eğitimine yönelik bazı düşüncelerin izlerini bulmak mümkündür. Ancak, gerçek anlamda feminizmin bir ideoloji haline gelmesi, Aydınlanma dönemi ile birlikte başlar. Fransız Devrimi ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın ardından, toplumsal eşitlik ve özgürlük idealleri gündeme geldiği bu dönemde, erkeklerin özgürlük mücadelesiyle paralel olarak kadınlar da kendi hakları için seslerini yükseltmeye başladılar. Feminizmin bir hareket olarak örgütlenip sesini yükseltmesi, Birinci Dalga Feminizm adı verilen dönemle, yani kabaca 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında başlamıştır. Bu dönem, kadınların özel alandan, yani evden çıkarak kamusal alanda, yani politik ve sosyal hayatta kendilerine yer arayışının ilk adımıdır.
Feminizmin doğuşunda, Batı'daki Aydınlanma Çağı'nın getirdiği özgürlük, eşitlik ve rasyonellik fikirleri büyük rol oynamıştır. İnsan hakları ve vatandaşlık kavramları tartışılırken, bu hakların neden kadınları kapsamadığı sorusu da kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Feminizmin fikirsel öncüsü olarak anılan, İngiliz yazar Mary Wollstonecraft, 1792 yılında yayımladığı çığır açıcı eseri "Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi" ile bu dönemin temelini atmıştır. Wollstonecraft, kadınların erkeklerden doğuştan daha aşağı varlıklar olduğu fikrini reddetmiş, asıl sorunun kadınların eğitimden mahrum bırakılması olduğunu savunmuştur. Ona göre, eğer kadınlar erkeklerle eşit eğitim alabilirlerse, hem iyi birer anne ve eş, hem de topluma katkı sağlayan "rasyonel yoldaşlar" olabilirlerdi. Bu eser, feminizmin temel taleplerinden biri olan eğitimde eşitliğin manifestosu niteliğinde olmuştur.
Aynı dönemde, Fransız Devrimi sırasında, Olympe de Gouges da 1791'de "Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi"ni yayımlayarak, Devrim'in ilan ettiği hakların kadınları da kapsaması gerektiğini haykırmış, ancak ne yazık ki bu cesur duruşu giyotinle sonuçlanmıştır. Birinci Dalga Feminizmin en belirgin mücadelesi ise kadınların oy kullanma hakkı olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısında güçlenen bu hareket, özellikle Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde kitlesel bir mücadeleye dönüşmüştür. Kadınların mülkiyet edinme, boşanma hakkı gibi yasal haklardan yoksun olduğu bu çağda, oy hakkı; kadınların kamusal alanda bir varlık ve söz sahibi olduğunun en temel göstergesiydi. İngiltere'deki Süfrajetler, eylemleri, protestoları ve hatta zaman zaman şiddet içeren sivil itaatsizlikleriyle kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardılar. Hapishanelerde açlık grevleri yaptılar ve bu kararlı duruşlarıyla hareketin simgesi oldular.
Feminizmin doğuşu, Batı toplumlarında derin bir zihniyet dönüşümünün ve kararlı bir kadın mücadelesinin ürünüdür. Kadınlar, siyasi eşitlik talep ederek, kendilerini yalnızca ev içine hapseden ataerkil düzeni sorgulamış ve modern feminizmin sonraki dalgalarına ilham verecek sağlam bir temel inşa etmişlerdir. Kazandıkları haklar, kadınların sadece bireysel değil, toplumsal bir aktör olarak da var olma yolculuğunun ilk zaferleri olmuştur.
Günümüzde feminizm, küresel ölçekte ve dijital platformlarda da hızla büyümeye devam etmektedir. Sosyal medya, feminist mücadelenin yeni bir alanı haline gelmiş ve kadınların bir araya gelerek güçlü bir ses oluşturmasına olanak tanımıştır. Kadın hakları hareketleri, kadınların bedenlerine, emeğine, haklarına yönelik baskıların yanı sıra, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim gibi daha geniş bir alanda mücadele etmeye devam etmektedir.