Her altı günde bir dünyadaki toplam bilginin iki katına çıktığı çağımızda, kadınlar hala eşitlik, adalet ve dimdik ayakta var olma mücadelesinde. Üstelik bu mücadele hiç kolay olmuyor. Arkasında kadın işçilerin gayri-insanı çalışma koşullarına karşı örgütledikleri grevler, oy hakkı için mücadele veren Suffrage hareketi kadınlarının çok ağır bedeller ödeyerek sürdürdükleri çabalar, farklı coğrafyalarda farklı kesimlerden kadınların pratiklerde farklılaşmakla birlikte esasında kadını ikinci statüde gören patriarşinin baskılama politikaları karşısında verdikleri mücadeleler ve bunlar sonucunda kazanılmış haklar silsilesi var.
Yüzyıllara taşan bu mücadele ve hak kazanımları açısından ise henüz arzulanan yere gelinmiş değil, kolay da gelinmeyecek bunu biliyoruz, çünkü erk(ek)i temsil edenler tarihte hiç bir zaman güç ve hegemonyalarından kendiliğinden vazgeçmediler.
Bedeli Ağır Ödendi
Kadınların eşit olma mücadelesinde önemli tarihlerden biri 8 Mart’tır. 1909 yılında New York’da Amerikan Sosyalist Partisi tarafından bir Kadınlar Günü organize edilir. Böyle bir güne karar verilmesini, New Yorklu tekstil işçisi kadınların gerçekleştirdikleri grev ve 8 Mart 1857 yılında 123 kadının hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan gün ile ilişkilendiren tarihçiler bulunmakla birlikte, bağımsız olarak düşünülmüş olduğunu ve kadın hareketini sosyalist kökeninden koparmak için tekrarlanan bir mit olduğunu söyleyenler de bulunmakta.
1910 yılında Danimarka’da gerçekleşen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda ve Amerikan Sosyalist Partisi’nin bu kutlamasından esinle, Alman Sosyalist Partisi üyeleri, kadın mücadelesinin bir parçası olarak böyle bir günün kutlanması kararının alınmasına öncülük ediyorlar.
İlk yığınsal anma 19 Mart 1911 yılında çeşitli Avrupa kentlerinde gerçekleşiyor ve bunun arkası da geliyor, ancak farklı farklı tarihlerde. Türkiye’de ilk 8 Mart kutlaması 1921 yılı olarak olarak tarihlendiriliyor.
Ancak bu tarihten sonra uzun bir süre anmaya/kutlamaya izin verilmiyor. Dünyada 8 Mart’ın kadınlar günü ile özdeşleşmesi açısından önemi olan yıl ise 1965. 1965’de 1917’deki Sovyet Devrimi’nde kadın işçilerinin oynadıkları role saygıyla, Sovyetler Birliği’nde resmi tatil olarak kabul edilmesiyle birlikte 8 Mart Kadınlar Günü ile özdeşleşiyor ve eski sosyalist blok ülkelerinde resmi tatil olarak kutlanmaya başlanıyor. İkinci-dalga feminist hareketin bu günü sahiplenmesiyle 8 Mart 1970’lerden itibaren artık eşit işe eşit ücret, ayrımcılığın önlenmesi ve eşitlik hakları, ‘Bedenim Benimdir’ ifadesinin simgelediği üreme hakları, kadınlara yönelik erkek şiddetinin önlenmesi gibi konularda verilen mücadeleleri simgeleyen uluslararası dayanışma ve mücadele günü anlamını kazanıyor.
İlerici Kadınlar Derneği
Türkiye’de ilk yığınsal 8 Mart kutlamasının başını ise 70’lerin ortasında sol kadın hareketinin en örgütlü kesimi olan İlerici Kadınlar Derneği çekiyor . Nihayet 1977 yılında ikinci dalga feminizmin rüzgarlarının da etkisiyle BM Genel Kurulu 8 Mart’ı Kadın Hakları ve Dünya Barışı günü olarak kutlanması kararını alıyor. Yani bizde ‘8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ demeye devam ederek, bu yegane gün ile arkasında yatan sosyalist kadınlar mücadelesi arasındaki bağı vurgulamak isteyenler bulunmakla birlikte, 8 Mart aslında bütün kadınların günü.
Elbette aramızda sınıfsal olarak, eğitim ve iş imkanları, gündelik hayatta patriarşik pratiklerle karşılaşma ve bunlarla baş etme yöntemleri geliştirme vb. açılardan büyük farklar var, ayrıca patriarşinin de birden çok yüzü ile hegemonik anlatılar/pratikler, stratejiler bütünü olarak kendini sürekli yenileyerek bu yüzlerini yeniden-üretme kabiliyeti var.
13 yılda 3 bin 543 kadın
En can yakıcı sorunlardan birisi de kadına yönelik erkek şiddeti. Türkiye bu konuda başı çeken Latin Amerika ülkelerini geçemiyor ama son 15 yıldır neredeyse her gün bir kadının öldürüldüğü (diğer şiddet türlerini düzenli resmi kayıtlar hiçbir zaman tutulmadığı, araştırmalar da yetersiz olduğu için bilemiyoruz), erkek şiddeti oranının geometrik olarak arttığı bir ülkeye dönüşmüş durumda. Üstelik “fail” açığa çıkarılmaktan korkulduğu için “ev içi şiddet” diye anılan bu erkek şiddeti, kutsanarak her ne pahasına olursa olsun devamı istenen, oysa kadınların en savunmasız oldukları alanda ailede ve evlerde ortaya çıkıyor. Bağımsız iletişim ağı tarafından 2010 yılından bu yana düzenli hale getirilerek tutulan erkek şiddeti çetelesine göre, son 13 yılda, öldürülen kadınların sayısı rakamla 3543, yazıyla üç bin beş yüz kırk beş. Kadınların en çok evlerinde öldürüldüklerini ve faillerin yüzde 70’ten fazlasını eşler, eski eşler, nişanlılar, sevgililerin oluşturduğunu, bunu baba, dayı, abi, kardeş gibi diğer erkek aile bireylerinin izlediğini de ekleyelim. Dolayısıyla aslında, en yakınımızdakinden başlayarak erkeğin fail olduğu bir “cins-kıyım” ile karşı karşıyayız, başka ifadeyle sistem(at)ik bir kıyım bu, yani hep politikti şimdi daha politik. Yaşanmakta olan, erkekliği yücelten, ona erkek olarak tasavvur edilmiş tanrıdan el almış bir kutsal güç atfeden ve bunu meşrulaştıran; şiddet faillerini hukukun gerektirdiği şekilde cezalandırmadığı gibi, şımartan, haklılaştıran hatta cezasız bırakan; erkekliği kuran bütün anlatı ve ritüelleri -askerlik, şehitlik gibi- yüceltirken, kadınları kendi denetiminden çıktıkları ölçüde cezalandırmanın yeni yeni yollarını bulan bir politik iklim bu.
Milliyetçiliğin, ırkçılığın, İslamcılığın en fanatik anlatılarıyla içe içe geçmiş haliyle yaygınlaştığı için de bir o kadar da yaygın, mütecaviz ve cüretkar. Ve bu ülkede kadına yönelik “şiddetle mücadelede önemli bir araç olmakla kalmayıp, ulusal mevzuata dair ulaşılması gereken temel, asgari hedefleri tanımlaması bakımından da önemli” olan İstanbul Sözleşmesi’nden hukuka uygun olmayan bir yöntemle çıkıldı, üstelik de bu bağımlı yargı tarafından onaylandı.
En Çok İhtiyacımız Olan Demokrasi
Özetle, toplumsal cinsiyet eşitliği ve adaleti açısından sürekli kötüye gidiyoruz ve bu kötüye gidiş çok açıkca iktidarını her açıdan kaybetmekten korkan hegemonik güç merkezlerinin tercihi. Türkiyeli kadınlar ve kadın hareketi dolayısıyla en zor dönemlerinden birisini yaşıyor, Ancak bu iktidarı sarsacak gücü de esas olarak kadınlar ellerinde bulunduruyor. Dolayısıyla Cumhuriyet’in 100. yılında en çok ihtiyacını duyduğumuz şey olan demokrasi, eşitlik ve adalet talepleriyle 2023 yılı baharına damgalarını vuracak. düşündüğüm biz kadınlar için bu 8 Mart, özellikle önemli. Ancak onu bu yıl “Adına ‘kader’ diyerek, ‘afet’ diyerek üzerlerinden atmaya çalıştıkları suçla, bir kez daha can ev(ler)imizden vurulduk.
Resmi rakamlara göre 45 binden fazla insanımızı kaybettik, yüz binin üzerinde insanımız fiziksel olarak, milyonlarca insanımız ruhen yaralandı. Deprem gibi bir doğa olayının sıklıkla afet olarak yaşandığı ülkemizde hayatta kalanların acıları ve maruz kaldıkları zorlukların yarıştırılması ve kıyaslanması doğru olmaz ama, savaşlar sırasında olduğu gibi bu tür “felaketler” sırasında ve sonrasında en fazla zarar görenlerin özellikle kadınlar olduğu belirtilmeli. Çocuğunu, engelli anne ve babasını kurtarmak için önce onların yatak odasına koşarak enkaz altında kalanlar onlar. Hayatta kaldılarsa eğer, onlardan gündelik yaşamı normale -yani yemek yapmaya, bir yaşam alanı oluşturarak, hijyen koşulları sağlamaya çalışarak, çocuklara ve yaşlılara bakarak- dönüştürmeleri beklenenler onlar ve daha bunlar gibi pek çok sorumluluk üzerlerinde. Çadırlara, konteynerlere sığdırılan hayatlarla katlanan güvensizlik ve güvencesizlik çocuklarla, yaşlılarla birlikte en çok onları vuruyor. Uzun vadede muhtemelen maruz kaldıkları her türden şiddet daha da artacak. Yani kız kardeşlerimiz bu durumdayken, 8 Mart’ı bu yıl şenlik olarak değil onlarla dayanışmanın günü olarak andık. Ama elbet şenlik olarak kutlayacağımız 8 Martlar da elbette gelecek.