Röportaj/ Burcu ŞAHİN

Uzun yıllar sivil toplum kuruluşlarında çeşitli görevlerde yer alan, Ekşi Sözlük’te kendisinden “Yangında ilk kurtarılacaklardan” diye bahsedilen Cem Terzi, kendini şöyle tanımlıyor: “Bazı çevrelerce bir bilim insanı olarak fazla politize olmakla eleştirilsem de aslında en çok yaşamla ilgileniyorum, hekimlik de bunun bir parçası. Yaşamla ilgilenmek demek, özellikle böyle bir ülkede yaşıyorsanız, gündelik hayat ve ilişkilere siyaseten de bakmak, politik, talep eden, sorgulayan, muhalif, örgütleyen, duruşu olan bir insan olmak demek...”

Aynı zamanda kolorektal kanser alanında ülkemizin önemli cerrahlarından biri olan Prof. Dr. Cem Terzi ile hem hekimlik mesleği hem de kanser cerrahisi hakkında konuştuk.

Kanser cerrahisi alanında çalışmak, hayatınızı ne yönde etkiliyor?

Çok zor bir hastalıkla uğraşıyoruz. Bunun cerrahi kısmında olmak bize daha radikal bir görev yüklüyor. Hastalıklı kısmı çıkarıp, vücuttan uzaklaştırmak ölüm riskini göze alarak yaşamın peşinden koşmak demek. Mesleki tatmini çok yüksek bir duygu. Cerrahların yetiştirilme biçimi de öyle, kolay pes etmemek, mücadele etmek bu işin önemli bir parçası. Bu, yaşam biçimimize de yansıyor. Mücadeleci kimliğe bürünüyorsunuz. Örnek verecek olursam, ameliyattan bir gün önce alkol almamak, gece erken uyumak, kendinizi iyi hissetmiyorsanız ameliyatı ertelemek… Böyle disiplinli bir şekilde yetişiyoruz. Fiziksel ve ruhsal olarak cerrahiye hazır olmak gerekiyor. Bazen de yenilgi var, çıkarılamayan, baş edilemeyen tümörler de oluyor. O durumda, nerede duracağınızı bilmek gerek. Eğer ameliyatta kendinizi kontrol edip duracağınız yeri bilemezseniz hastaya zarar verebilirsiniz. Kimi ameliyat edemeyeceğinizi, haddini, sınırlarını bilmek çok önemli. Bir cerrahı cerrah yapan şey başarılı ameliyatlarından çok kimi ameliyat etmeyeceğine doğru karar vermesidir. Bu birçok hekimlik dalı için geçerli, ama kanser cerrahisinde daha da önemli.

Ben genelde ileri aşamalarda, nüks etmiş vakalarla uğraşıyorum. Özellikle “peritoneal karsinomatozis” gibi kanserin karın içi zarına yayılmış durumda olduğu vakalarda daha uzun daha zor cerrahi gerekiyor. Ölüm oranı ve komplikasyon oranı daha yüksek vakalara kendimizi hazırlayabilmek gerekiyor. O süreçlerle baş edebilmek için bir yeterlilik halinin yanı sıra ruhsal bir olgunluk da gerekiyor.

HASTAYLA YAKIN OLUNMALI

Nasıl sağlıyorsunuz o ruh halini?

Bize okullarda öğretilen, hastayla araya bir mesafe koymak ve o mesafeyi korumak size duygusal bir dinginlik sağlar, şeklindeydi. Ben bu yaklaşımdan pek fayda görmedim. Bunun yerine hastayı sosyal ve kültürel anlamda iyi tanımaya vakit ayırıyorum. Bu çok zor değil, nerden geliyor, nasıl bir hayatı var anlamaya çalıştığımda hastamla daha iyi empati kurabiliyorum, o da size daha çok güveniyor, paylaşıyor, sizi dinliyor. Cerrahide işler her zaman yolunda gitmeyebilir. Ne yaparsanız yapın ameliyatlarda belli bir oranda komplikasyon oranı var. Özellikle işler yolunda gitmediğinde hastaya “Benim sizi tekrar acil ameliyata almam lazım” diyebilmek çok zor bir şey. Hasta sizden ertesi sabah çok iyi şeyler duymayı beklerken, durmayan bir kanama ya da bir kaçak nedeniyle daha 24 saat geçmeden tekrar ameliyata almayı teklif ederken kararlı, güvenilir, sorunun üstesinden gelebilecek bir profil çizmeniz lazım. Onu yapabilmek için de hastayla gerçekten yakın bir ilişki kurmanız gerekiyor. Ben bunu zaman içinde öğrendim. Tabii hastalara da sormak lazım, ne kadar becerebiliyorum diye.

İnsanların organlarını söküp alma, bir insanı organsız bırakmak yetkisi kolay bir yetki değil. O yetkiyi kamu sana veriyor ama sen her hastada o yetkiyi yeniden talep ediyorsun. O yüzden mesleğinizin hakkını hem bilimsel olarak hem de insani olarak vermek gerekiyor.

Bahsettiğiniz zorlayıcı yetkiler, mesleki deformasyon oluşturuyor mu?

Evet, cerrahlarda grandiyöz yüksek egolu olma gibi sorunlar olabiliyor. Bu dünyanın her yerinde var, sadece bizim toplumumuza özgü değil. “Next to god” (tanrıdan sonra gelen) ya da “tanırının eli” diye kavramlar var cerrahları tanımlayan, bu psikolojiyle yetişiyorsunuz. Bunu besleyen başka öğeler de var, çünkü senden, pek çok insanın yapamayacağı fedakarlıklar bekleniyor. O kadar çok çalışıp o kadar çok fedakarlık yapıyorsun ki, bir süre sonra “Ben zaten herkesten çok çalışıyorum, farklıyım, üstüne üstlük onların hiç karşılaşmadıkları durumlarla karşılaşarak bir yetkinlik geliştiriyorum, tabii ki benim statüm farklı olmalı” diye düşünebiliyor cerrahlar.

Peki, bu düşünce nasıl aşılıyor?

Bu düşünceden kurtulmanın yolu az önce saydıklarımın bir gerçeklik olmadığını bilmek. Bu tür kutsallaştırmalar yerine verilerle düşünmeyi, analiz edebilmeyi öğrenmek. Metodoloji bilmek. Bilimsel düşünmeyi öğrenmiş olmak. Panzehir bu. Bunu yapmayanlar ya da yapamayanlara zamanla hayat öğretiyor, hatalar senin kutsal olmadığını gösteriyor sana. Hatalar öyle büyük bedellere yol açıyor ki o kadar üzülüp, küçük duruma düşüyorsun ki o kocaman mistifikasyon bir küçük hatayla darmaduman oluyor. Bunu yaşamamış, hastasını kaybetmemiş, ölümle karşılaşmamış hiçbir cerrah yok. Ya sen doğru düşünüyorsun ya da hataların seni doğru düşünmeye itiyor. Öbür türlü devam edemezsin zaten. Tanrı gibi devam etmeye çalışan cerrahların akıl sağlıklarının yerinde olmadığını herkes fark ediyor.

Hem mesleki hem siyasi olarak oldukça aktif bir kimliğiniz var. Siz kendinizi nasıl tanımlardınız?

Ben aslında en çok yaşamla ilgileniyorum. Hekimliği de bunun bir parçası olarak görüyorum. Yaşamla ilgilenmek demek de özellikle böyle bir ülkede yaşıyorsanız, gündelik hayatın siyasileşmesi ya da gündelik hayat ve ilişkilere siyaseten de bakmak; politik, talep eden, sorgulayan, muhalif, örgütleyen, duruşu olan bir insan olmak demek. Ben de bulunduğum ortamda hep böyle olmaya çalıştım. Bir sendika kurulacaksa kuruluşunda yer aldım, Tabip Odası’nda grev kararı alınmışsa katıldım. Bazıları buna hayatı politize etmek dese de ben “yaşam savunuculuğu” olarak görüyorum. Hayatın kendisi de o kadar politik ki nefes alıp verme tercihi bile politik bir şeydir.

Çevrem hiçbir zaman sadece doktorlardan ibaret olmadı. Çok çeşitli sınıflardan arkadaşlarım var, onlar beni çok besledi. Becerebildim mi bilmiyorum ama yaşamımda, bakıp kerteriz alabilecek insanların olması, onlarla olan temasına bakıp, “şöyle yaparsam düzgün biri olabilirim” diyebilmek için bu lazım. Emekçi sınıfıyla ast-üst ilişkisi olmadan insani ilişkilerinin olduğu bir ortamda yaşamalısın. Bir akademide profesör olup sırça köşkte yaşamak var, bir de gündelik hayatta siyasi aktivist olup, birlikte mücadele etmek var. Ben ikincisini yaptım.

Nasıl ilişkiler kurdunuz mesela, örnek verebilir misiniz?

Mesela hastane bahçesinde taşeron işçiler, işten atıldıkları için çadır kurduklarında elimde megafon onların yanında oldum, asistanlar grev yaptıklarında onları destekledim, korudum. Hatta grevi gözlemeye gelen polislerle sohbet ederdim. Uzun süre ayakta olduklarından varis, hemoroid gibi sağlık sorunlarından dolayı eylem bitiminde muayeneye gelen polisler olurdu.

HEMŞİRELİK MUAZZAM BİR MESLEK

Aktivist kimliğinizin, doktorluğu seçmenizle bir ilgisi var mı?

Aslında babam doktor olduğu için seçtim. Küçüklükten beri 23 Nisan törenlerinde herkes izci falan olurken; hemen bir beyaz gömlek giydirip, steteskop takıp beni doktor yaparlardı. Üniversite tercihlerimde ailem doktorluğu seçmemi istediğinde buna şiddetle karşı çıkmıştım. Sonra seçimi bana bıraktıklarında, kendi başıma 6 tercih yapmıştım ve hatırlıyorum hepsi de tıptı. Pişman değilim, mesleğimi severek yapıyorum. Çevremdeki herkese de tavsiye ediyor, “Ya hemşire ya doktor ol” diyorum. Hemşirelik muazzam bir meslek, maalesef ülkemizde hakkı verilmiyor. Hemşirelik tarihsel, kültürel, antropolojik, hangi açıdan bakarsanız bakın bir insanın bir insana yapabileceği en büyük mesleki hizmettir, daha büyüğü yok bence, hekimlik bile sonra gelir…

'TÜRK RESİM SANATINA İLGİ DUYUYORUM'

Şu günlerde neler yapıyorsunuz? Salgın, ekonomik ve siyasi çalkantılar derken daha az sosyal olduğumuz bir dönem geçiriyoruz. Siz nasıl geçiriyorsunuz bu dönemi peki?

Biliyorsunuz, Barış İmzacısıyım ve bu nedenle üniversiteden uzaklaşmak zorunda bırakıldım. Bugünler siyasete izin verilmeyen bir dönem. Toplumsal muhalefetin geri çekildiği, TBMM’nin bile devrede olmadığı bir baskı dönemindeyiz, o nedenle pek bir şey yapmıyorum. Elimden geldiğince sanat ve edebiyatla ilgileniyorum. Benim bir konuya el attığımda o konuyla ilgili derinlemesine araştırmak gibi bir huyum var. Merak ettiğim konuyla ilgili her şeyi okumaya çalışırım. Mesela bir dönem Köy Enstitüleri'ni çok derinlemesine araştırmıştım. Ve şu anda kütüphanemin önemli bölümü bu konuyla ilgili yazılmış kaynaklarla dolu, bilmediğim bir anekdot yok gibi. Hatta öyle bir noktaya gelmişti ki, Köy Enstitüleri ile ilgili toplantılara konuşmacı olarak davet edilip, verdiğim konferanslar oldu. Bazen delicesine merakla sarılıyorum.

Yine alanımla ilgisi olmamasına rağmen HIV ve AIDS hakkında çok detaylı araştırma yaptığım bir dönem olmuştu. Hatta “AIDS’in ekonomi politiği” diye bir makalem bile var. Haddini aşan bir makaleydi. O da şöyle başladı: AIDS ilk çıktığı zamanlar, hastaları cerrahlar ameliyat etmeye korkuyorlardı. Biz de Tabip Odası’ndan öğrendiğimiz değerlerle bu hastalara sahip çıktık. AIDS hastaları dernekleri tedavide yaşadıkları sorunlar olduğunda beni ararlardı. Yine bu alanda da enfeksiyon kongrelerine konuşmacı olarak davet etmişlerdi.

Şimdi de resimle ilgili okumalar yapıyorum. Aslında resme ilgim hep vardı ama çok derinleşememiştim. Son 2 yıldır Türk resim sanatını, daha doğrusu sanat tarihini araştırıyorum. Resim, sanat evrensel elbette ama her toplum kendi sanatına ve sanatçısına farkındalık oluşturmak zorunda. Bunun bizde çok eksik olduğunu düşünüyorum. Picasso, Da Vinci gibi ressamların eserlerini kabaca herkes bilir, onlarla ilgili filmleri herkes izler. Bu ekollerin her toplumda da karşılığı var ama bizde bu kişilere muadil Türk ressamları yeterince tanınmıyor. Mesela Picasso’nun yarattığı kübizm akımının bizdeki temsilcisi Nurullah Berk gibi ressamlar var ama hak ettiği ilgiyi görememiş. Bunun büyük bir eksiklik oluğunu düşünüyorum. Şu sıralar bu konulara dair kendime bir kütüphane oluşturuyorum. Sergileri kaçırmamaya çalışıyorum. Özellikle Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemindeki eserler çok ilginç, herkese de tavsiye ediyorum.

Resim dışında neler okuyorsunuz şu sıralar?

Dinler tarihini, özellikle Kudüs’ü, Yahudilik tarihini okuyorum, bugüne de ayna tutuyor. Güzel çeviriler, kaliteli yayınlar var, şanslıyız eskiden bu kadar iyi çeviriler yoktu.