Avustralyalı Yönetmen Justin Kurzel kurgusal olmayan ve çok satmış “The Silent Brotherhood” romanından uyarladığı “The Order-Düzen”, 80’lerin Amerika’sında yükselen beyaz üstünlüğü fikirlerinin tehlikeli dünyasına bir bakış atıyor. Bugün Trump’ın alttan alta beslediği ve her zamankinden daha güçlü büyümeyi sürdüren sağ radikal tehlikenin, o yıllarda beyni yıkanmış küçük kasaba sakinleri arasında nasıl yeşerdiğinin de bir hikayesi. Taşra dünyanın neresinde olursa olsun radikal fikirlerin insanları kolayca ele geçirdiği yerler oluyor. İşte 80’li yılların başında Washington eyaletin sınırlarında Pend Oreille adlı bölgede Robert Jay Mathews tarafından Nazi sempatizanı bir grup ülkede beyaz ayrılıkçılığı destelemek için The Order adlı bir grup kurarlar. Mathews, sağcı radikal Ulusal İttifak Kongresinde yaptığı konuşmayla büyük bir grubu etkiler. Nihai hedef hükümeti yıkmak ve beyaz üstünlüğü kabul ettirmektir. Bunun yolu da sadece silahlı ayaklanma üzerinden geçmelidir der ve taraftarlarını toplar.
Bu hedef için Mathews, yol haritasını etkisinde kaldığı aşırı sağcı “The Turner Diaries” adlı William Turner Pierce tarafından yazılmış romana göre çizer. Bu kitap kurgusal olarak neo -Nazi bir kişinin eylemlerini anlatır ve en son 6 Ocak Capitol ayrılıkçı hareketine benzeyen ve başarıya ulaşan bir saldırıyla son bulur. Kitap Capitol olayından sonra raflardan kaldırıldı. Kitabın aşırı radikallere yıllar boyu bir yol gösterici olduğu ortaya çıkar.
Mathews ve yakın çevresinde ona inanan sekiz kişiyle soygunlar yaparak örgüte silah ve cephane almaya başlar. Başladıkları küçük banka soygunlarından sonra işi zırhlı banka kamyonunu soymaya kadar götürürler. Grup Temmuz 84’de yaptıkları zırhlı araç soygunuyla 3.5 milyon doları çalar ve sağ örgütlere dağıtır. FBI’nın devreye girmesiyle büyük bir insan avı başlar. Sonunda örgütün elebaşıları güvenli bir evde sıkıştırılır.
Bu gerçek olayları ve dönemi yansıtırken Kurtiz karanlık bir renk paleti kullanıyor. Gece çekimleri ve dönemin kasveti retro film havasını baştan sona koruyor. Kurtiz film için ilham kaynaklarını The French Connection (W.Friedkin, 1971), All The President Man (A.J.Pakula ,1976) ve Mississipi Burning (A. Parker,1988) filmlerinde bulduğunu belirtiyor. Bu filmlere özgü ayakları yere basan, olabildiğince gerçekçi karakterler üzerinden anlatıyor öyküsünü. Bunun için FBI ajanı Terry Husk’a hayat veren Jude Law’la başlamak lazım. Bir kere dış görünüşü 60’lı 70’li yılların FBI detektifleri havasında. Bıyığı, dağınık saçları, özensiz giyimi, zincirleme sigara içmesi, elinden düşürmediği bira şişesiyle ve öğrendiğimiz dağılmış aile hayatıyla, sakinliğini ara sıra bozan öfke patlamalarıyla tamamen o yıllara ait. Nicolas Hoult ise Mathews’da etkileyici kötü adam karakterinde, kariyerinin en iyi oyunculuklarından birisini sunuyor. Sakin, etkileyici… Konuşurken anlattıklarının altındaki kötülük anlaşılmıyor, yanındakileri kolayca etkisi altına alabiliyor. Tye Sheridan ise bu tür filmlerin değişmez şablonu, düzenli aile hayatı yaşayan polis memuru kimliğinde. Bu filmlerin şablonlarından düzenli aile evine aniden dışardan gelen düzensiz polis kimlikleri Law ve Sheridan’da vücut buluyor.
Klasik polisiyeleri havasıyla, oyunculuklarıyla, sigara içen detektif tipleriyle çok severim. Takip sahneleri bile aynen 70’ler havasında. Ayrıca filmin geyik sahneleriyle yaptığı “Deer Hunter” göndermesi de çok hoşuma gitti.