ÖMER CEYLAN- Tarihler 16 Temmuz 1918'i gösterdiğinde, Bursa'nın Gököz köyünde, yemyeşil bir bahçenin ortasında bir çığlık duyuldu. Bu, sadece yeni bir hayatın başlangıcını değil, aynı zamanda Türk müziğinin seyrini sonsuza dek değiştirecek bir efsanenin ilk notasını müjdeleyen sesti. Zehra ve Mehmet çiftinin kızı olarak dünyaya gelen Müzeyyen Senar, daha o ilk andan itibaren sıra dışı bir hayata adım atacağının sinyallerini vermişti. Ailesi, kökenleri Rumeli'ye dayanan ve müzikle iç içe yaşayan insanlardı. Bu genetik miras, onun kanında dolaşan sanat ateşinin ilk kıvılcımı olacaktı. Ancak hayat, ona pürüzsüz bir yol sunmadı. Henüz beş yaşındayken yakalandığı kekemelik, onun için bir engel gibi görünse de, aslında içindeki müzik dehasını ortaya çıkaran ilahi bir dokunuş oldu. Konuşurken zorlanan küçük Müzeyyen, şarkı söylerken adeta bülbül kesiliyor, notaların büyülü dünyasında kendini buluyordu. Bu durum, onun kaderinin müzikle yazıldığının en net kanıtıydı.
Çocukluğu, köyün pastoral atmosferinde, doğanın seslerini dinleyerek ve ailesinin mırıldandığı türkülerle geçti. Annesinin güzel sesinden dinlediği şarkılar, onun ilk repertuvarını oluşturdu. Her düğünde, her toplu eğlencede sahnenin başköşesine oturtulan bu küçük kız, daha o yaşlarda bile dinleyenleri kendine hayran bırakma gücüne sahipti. Onun bu yeteneği, sadece aile çevresinde değil, yavaş yavaş tüm köyde dilden dile dolaşan bir efsaneye dönüşüyordu. Bu, onun için sadece bir çocukluk eğlencesi değil, aynı zamanda kendini ifade etme biçimi, kekemeliğin yarattığı sessizliğe karşı en güçlü haykırışıydı. Müziğin, kelimelerin yetersiz kaldığı yerde başlayan evrensel bir dil olduğunu, daha o yaşlarda ruhunun derinliklerinde hissetmişti. Bursa'nın o verimli toprakları, sadece meyvelerini değil, aynı zamanda Türkiye'nin en büyük sanat incilerinden birini de yetiştiriyordu.
Hayalleri onu İstanbul'a sürükledi...
1930'lu yılların başı, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kültürel ve sanatsal bir devrim yaşadığı, yenilik rüzgarlarının en sert estiği bir dönemdi. On iki yaşındaki Müzeyyen Senar için de bu rüzgar, onu Bursa'daki sakin hayatından koparıp hayallerinin şehri İstanbul'a sürükleyecekti. Annesiyle birlikte bu büyülü şehre ayak basması, hayatının dönüm noktası oldu. İstanbul, o dönemde sadece bir şehir değil, aynı zamanda müziğin, sanatın ve medeniyetin kalbinin attığı bir merkezdi. Üsküdar'da başlayan bu yeni hayat, onun içindeki potansiyeli işleyecek ustalarla tanışmasına vesile olacaktı. İlk durağı, dönemin önemli müzik merkezlerinden biri olan Anadolu Musiki Cemiyeti oldu. Burada, kemani Reşat Erer gibi değerli hocalardan temel müzik eğitimi almaya başladı. Ancak onun kaderini asıl değiştirecek olan, dönemin en büyük üstatlarından biriyle tanışması olacaktı.
Bu yetenekli kızın namı, kısa sürede İstanbul'un müzik çevrelerinde yayılmıştı. Bu fısıltılar, Türk Sanat Müziği'nin dev bestekârı ve hocası Sadettin Kaynak'ın kulağına kadar ulaştı. Kaynak, Müzeyyen'deki o ilahi ışığı ilk görüşte fark etti. Onu himayesine alarak sadece bir öğrenci değil, adeta bir sanat eseri gibi işlemeye başladı. Sadettin Kaynak'ın yanı sıra, bir diğer büyük bestekâr Selahattin Pınar da onun eğitiminde kilit bir rol oynadı. Bu iki dev ismin rahle-i tedrisatından geçmek, Müzeyyen Senar'ın ham yeteneğini paha biçilmez bir elmasa dönüştürdü. Onlardan sadece nota ve makam öğrenmedi; aynı zamanda bir şarkının ruhuna nasıl girileceğini, bir gazel okunurken hangi duyguların nasıl aktarılacağını, sahne duruşunun ve sanatçı kimliğinin nasıl inşa edileceğini de öğrendi. Bu süreç, onu sadece teknik olarak mükemmelleştirmekle kalmadı, aynı zamanda onu "Diva" yapacak olan o özgün kimliğin temellerini de attı.
Gönülleri fethetti...
1932 yılı, Müzeyyen Senar'ın sadece İstanbul'da değil, tüm Türkiye'de tanınmasının miladı oldu. Henüz 14 yaşındayken, dönemin en önemli iletişim ve sanat platformu olan İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başladı. O yıllarda radyo, her evin en değerli misafiri, dış dünyaya açılan tek pencereydi. Müzeyyen'in güçlü, berrak ve duygu yüklü sesi, radyo dalgaları aracılığıyla Edirne'den Kars'a, ülkenin dört bir yanına ulaştı. Dinleyiciler, daha önce hiç duymadıkları bu farklı tını karşısında adeta büyülendi. Onun sesi, klasik Türk Sanat Müziği'nin ağır ve ağdalı yapısını sarsarak, ona daha dinamik, daha canlı ve daha halka yakın bir yorum getiriyordu. Haftada bir yaptığı programlar, sabırsızlıkla beklenir, Müzeyyen'in şarkı söylediği saatlerde sokaklar boşalır, hayat dururdu.
Bu başarı, ona İstanbul'un en prestijli müzikhollerinin ve gazinolarının kapılarını ardına kadar açtı. Dönemin ünlü 10. Yıl Belvü Gazinosu'nda ilk kez assolist olarak sahneye çıktığında, takvimler 1933 yılını gösteriyordu. Artık o, sadece radyodan tanınan bir ses değil, aynı zamanda sahne duruşu, zarafeti ve etkileyici performansıyla da bir yıldızdı. Bu ilk sahne deneyimleri, onun kariyerinde yeni bir sayfa açtı. O dönemde gazinolar, sadece birer eğlence mekanı değil, aynı zamanda en büyük sanatçıların yetiştiği, en önemli bestelerin ilk kez seslendirildiği birer kültür okulu niteliğindeydi. Müzeyyen Senar, bu sahnelerde pişerek, Zeki Müren gibi geleceğin dev isimlerine de ilham kaynağı olacaktı. Radyo ve sahne performansları, onun adını taş plak endüstrisinin de en çok aranan ismi haline getirdi. Çıkardığı her plak, satış rekorları kırıyor, onun sesini ölümsüzleştiriyordu.
36'da Atatürk ile tanıştı...
Müzeyyen Senar'ın hayatındaki en onurlu ve en unutulmaz anılar, şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile olan karşılaşmalarıdır. Sanata ve sanatçıya verdiği değerle bilinen Atatürk, Müzeyyen Senar'ın sesindeki o büyüyü keşfetmekte gecikmemişti. İlk kez 1936 yılının Aralık ayında, Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen bir meclis toplantısında Atatürk'ün huzuruna çıkma şerefine erişti. O gece, genç sanatçı için bir imtihan olduğu kadar, kariyerinin de zirve noktasıydı. Anlatılanlara göre, salona girdiğinde duyduğu heyecanı, Atatürk'ün sıcak ve teşvik edici bakışlarıyla yenmişti. O gece başlayan bu özel ilişki, tam beş yıl boyunca, Atatürk'ün hayata gözlerini yumduğu 1938 yılına kadar devam etti.
Senar, defalarca Çankaya Köşkü'nde, Dolmabahçe Sarayı'nda ve yurt gezileri sırasında Atatürk'ün özel sofralarında, onun en sevdiği sanatçı olarak yer aldı. Atatürk, özellikle Rumeli türkülerine ve Ege zeybeklerine büyük bir ilgi duyuyordu. Müzeyyen Senar'ın o coşkulu ve aynı zamanda hüzünlü yorumuyla seslendirdiği "Ormancı", "Pencere Açıldı Bilal Oğlan" gibi türküleri büyük bir keyifle dinler, zaman zaman ona eşlik ederdi. Bu meclisler, sadece birer müzik dinletisi değil, aynı zamanda memleket meselelerinin konuşulduğu, sanat ve kültür üzerine derin sohbetlerin yapıldığı platformlardı. Müzeyyen Senar, bu sofralarda sadece bir şarkıcı olarak değil, Atatürk'ün değer verdiği bir "Cumhuriyet kızı" olarak bulunuyordu. Atatürk'ün ona olan bu ilgisi ve takdiri, Senar'a "Cumhuriyetin Divası" unvanını kazandıran en önemli etkendi. Bu unvan, onun sanat hayatı boyunca gururla taşıdığı, sadece bir sıfat değil, aynı zamanda genç Cumhuriyetin ideallerini sanatıyla temsil etme misyonunun bir sembolüydü.
Beyaz perdeye de adım attı...
1940'lı yıllar, Müzeyyen Senar'ın sanatının altın çağıydı. Sadece sesiyle değil, aynı zamanda sahnedeki duruşu, kendine has stili ve güçlü karakteriyle de tam bir ikon haline gelmişti. O, sadece şarkı söylemiyor, her bir şarkıyı adeta bir tiyatro eseri gibi yaşıyor ve yaşatıyordu. Sahneye çıktığı anda tüm atmosferi değiştiren bir aurası vardı. Güçlü alkışlar arasında sahneye yürüyüşü, mikrofona hakimiyeti, dinleyiciyle kurduğu o samimi ve bir o kadar da mesafeli ilişki, onu diğer sanatçılardan ayıran en önemli özelliklerdi. Giyimiyle, saçıyla, makyajıyla bir moda öncüsüydü. Onun seçtiği elbiseler, kullandığı takılar ertesi gün kadınlar arasında en çok konuşulan konu olurdu. O, Türk Sanat Müziği'nin geleneksel, ağırbaşlı imajını yıkarak yerine modern, cesur ve iddialı bir kadın figürü koymuştu.
Bu şöhret, sinema yapımcılarının da dikkatinden kaçmadı. 1941 yılında, yönetmenliğini Nazif Duru'nun yaptığı "Kerem ile Aslı" filmiyle beyaz perdeye adım attı. Bu film, onun için yepyeni bir dünyanın kapılarını araladı. Sesiyle büyülediği kitleleri, bu kez oyunculuk yeteneğiyle de etkilemeyi başardı. Filmlerinde genellikle dramatik roller üstleniyor ve bu rolleri, seslendirdiği hüzünlü şarkılarla daha da dokunaklı hale getiriyordu. "Anasına Bak Kızını Al", "Sihirli Define" gibi filmlerle sinemadaki yerini sağlamlaştırdı. Ancak onun asıl tutkusu her zaman müzik oldu. Sinemayı, müziğini daha geniş kitlelere ulaştırmak için bir araç olarak görse de, sahnenin büyüsünden hiçbir zaman vazgeçmedi. Yurt içinde ve yurt dışında verdiği konserlerle on binlerce kişiye ulaştı. Özellikle 1947 yılında Paris'te verdiği konser, onun uluslararası alanda da tanınmasını sağlayan önemli bir adımdı. Sahneler, onun krallığıydı ve o, bu krallığı on yıllar boyunca eşsiz bir zarafet ve güçle yönetti.
Toplumun dayattığı rollere sığmadı
Müzeyyen Senar'ın hayatı, sadece sahne ışıkları ve alkışlardan ibaret değildi. O, aynı zamanda bir anne, bir eş ve fırtınalı bir özel hayata sahip güçlü bir kadındı. Sanat dünyasının zirvesinde yer alırken, özel hayatında da mutluluğu ve dengeyi aradı. İlk evliliğini 1935 yılında Ali Senar ile yaptı ve bu evlilikten bir kızı oldu. Ancak bu birliktelik uzun sürmedi. Daha sonra 1943 yılında Ercüment Işıl ile evlendi ve bu evlilikten de bir oğlu dünyaya geldi. Üçüncü ve son evliliğini ise Suudi Arabistan'ın Türkiye büyükelçisi Tevfik Hamza Bey ile yaptı. Bu evlilik, onun hayatında farklı bir dönemi başlatsa da, sanat tutkusu her zaman ağır bastı. Büyükelçi eşi olarak diplomatik bir hayat sürmesi beklenirken, o sahnelere olan aşkından vazgeçemedi. Bu durum, evliliğinin sonlanmasına neden oldu.
Onun hayatı, o dönemde bir kadının hem kariyerinde zirveye çıkıp hem de geleneksel aile hayatını sürdürmesinin ne kadar zor olduğunun bir kanıtıydı. Güçlü, bağımsız ve kendi kararlarını kendi veren bir kadın olarak, toplumun dayattığı rollere sığmayı her zaman reddetti. Bu dik duruşu, ona büyük bir saygı kazandırdığı gibi, zaman zaman yalnızlığı da beraberinde getirdi. Ancak o, hayatının merkezine her zaman sanatını ve çocuklarını koydu. Çocuklarına hem annelik hem babalık yaparken, sanatını da bir an bile ihmal etmedi. Bu dengeyi kurabilmek, onun ne kadar dirayetli ve olağanüstü bir karaktere sahip olduğunun en büyük göstergesiydi. Özel hayatındaki tüm çalkantılara rağmen, sahneye çıktığında tüm dertlerini bir kenara bırakır, sadece müziğiyle var olurdu. Bu profesyonelliği ve sanata olan adanmışlığı, onu efsane yapan en temel yapı taşlarından biriydi.
Gönüllerde yaşıyor
Müzeyyen Senar, 1983 yılında İstanbul'da verdiği son büyük jübile konseriyle aktif sahne hayatına veda etti. Ancak bu veda, bir son değil, bir efsanenin ölümsüzlüğe uğurlanışıydı. Sahneden çekilmiş olsa da, onun sesi ve hatırası, Türkiye'nin kültürel belleğindeki yerini daha da sağlamlaştırdı. 1998 yılında Sezen Aksu tarafından organize edilen ve Türkiye'nin en büyük pop ve rock yıldızlarının onun şarkılarını seslendirdiği "Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel" albümü, onun mirasının ne kadar güçlü olduğunun ve farklı nesilleri nasıl etkilediğinin en somut kanıtı oldu. Bu projede Tarkan'dan Ajda Pekkan'a, Şebnem Ferah'tan Kenan Doğulu'ya kadar pek çok ünlü isim, Diva'ya olan saygılarını onun ölümsüz eserlerini yorumlayarak gösterdi. Bu albüm, eski ve yeni kuşakları Müzeyyen Senar'ın müziği etrafında birleştiren tarihi bir köprü görevi gördü.
2006 yılında geçirdiği beyin enfarktüsü sonucu sol tarafı felç olan ve konuşma yetisini kaybeden Senar, hayatının son yıllarını Bodrum'da, kızı Feraye ve oğlu Ömer ile birlikte geçirdi. Fiziksel olarak yorgun düşse de, o mücadeleci ruhunu ve hayata bağlılığını hiç kaybetmedi. 8 Şubat 2015 tarihinde, 96 yaşında hayata gözlerini yumduğunda, geride sadece yüzlerce taş plak, onlarca film ve sayısız ödül değil, aynı zamanda cesareti, dik duruşu ve sanatıyla bir ülkenin tarihine damga vurmuş bir kadının ilham verici öyküsünü bıraktı. Bugün, bir meyhanede onun sesinden "Benzemez Kimse Sana" şarkısı duyulduğunda, bir radyo kanalında "Ormancı" türküsü çaldığında veya bir aile meclisinde onun adı geçtiğinde, Müzeyyen Senar'ın sadece bir sanatçı değil, bu toprakların ortak hafızasının, neşesinin ve hüznünün bir parçası olduğu bir kez daha anlaşılır. Doğumunun 107. yılında, o eşsiz sesiyle kalplerde yaşamaya ve "Cumhuriyetin Divası" olarak parlamaya devam ediyor. Onun mirası, notaların ve zamanın ötesinde, sonsuza dek yaşayacaktır.