ÖMER CEYLAN- Türkiye'nin kadın hakları mücadelesinde önemli bir figür olan Nazan Moroğlu, hem akademik alanda hem de hukuksal alanda etkili bir rol oynuyor. Türkiye’nin ilk Kadın Hukuku uzmanı olan Moroğlu, İstanbul Sözleşmesi'nden çıkmanın yaratacağı sorunları analiz ederken, Türkiye'deki kadınların karşılaştığı zorlukları ve çözüm yollarını tartıştı. Ayrıca, toplumsal cinsiyet eşitliğinin yargı sistemine entegrasyonu ve 8 Mart'ın gerçek anlamı üzerine değerlendirmelerde bulundu.
8 Mart sizin için ne ifade ediyor?
8 Mart’lar emekçi kadınların haklarını elde etmek uğruna can verdikleri bir mücadeleyi temsil ediyor. Günümüzde kadınlar yasalarda ve uluslararası sözleşmelerde eşit haklara sahip olmalarına rağmen, haklarını kullanmada çok yönlü engellerle karşılaşıyorlar. Bu nedenle, 8 Mart’lar bir kutlama günü değil, kadınların hak mücadelelerini anma, ayrımcılığa şiddete, kadın cinayetlerine karşı çıkma günüdür. Son yıllarda Cumhuriyet ile elde edilen kazanımlardan da geri adım girişimleri yoğunlaşmış ve bu uygulamalar endişe verici boyuta ulaşmıştır.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasıyla birlikte oluşan ve oluşabilecek sorunlar neler olacak?
İstanbul Sözleşmesi, kadın-erkek eşitsizliği ve kadınlara karşı ayrımcılığın bir sonucu olarak kabul edilen şiddeti vurgulayan ilk sözleşmedir. Avrupa Konseyi'nin İstanbul'da düzenlenen toplantısında, kadına yönelik şiddeti önlemenin ve şiddetle mücadele etmenin yol haritası olarak belirlenen bu sözleşme, Türkiye tarafından imzalandığı gün ilk imzalayan ve 24 Kasım 2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilerek ilk onaylayan ülke oldu. Ancak, Türkiye, hukuken geçersiz bir Cumhurbaşkanı kararıyla sözleşmeyi fesheden ilk ülke olarak tarihe geçti (RG.20.3.2021). TBMM'de kanunla onaylanan İstanbul Sözleşmesi, Cumhurbaşkanı'nın tek imzasıyla feshedilemez. Anayasamızda Cumhurbaşkanına uluslararası sözleşmeleri feshetme yetkisi verilmemiştir. Buna rağmen, fesih kararının iptali için Danıştay'da açılan davalar reddedildi. Bu durum, ülkemizde kadın haklarında geri adım atma girişimlerinin ne kadar hızlandığının bir örneğidir. Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesinin ardından, 6284 sayılı yasa yürürlükte olmasına rağmen, toplumun genelinde artık kadını şiddetten koruyan ve faili cezalandıran bir kanunun bulunmadığı algısı hakim oldu. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri artış gösterdi. Sadece şubat ayında, 36 kadının cinayete kurban gitmesi bu vahim durumu gözler önüne serdi. Ancak, ülkeyi yönetenler ve siyasetçiler bu durumu görmezden gelmekte ve sessiz kalmaktadırlar. Bir kez daha hatırlatmak gerekirse, kadına yönelik şiddet insan hakları ihlalidir. İstanbul Sözleşmesi'nin onay kanununa dayanarak, Türkiye'de uygulanacağı Avrupa Konseyi'ne bildirilebilir.
İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden girmek mümkün mü? Sözleşmeden çıkanlar hakkında hukuki bir süreç başlayabilir mi?
Bu fesih kararı bir Cumhurbaşkanı kararı olarak düzenlenmişti. Cumhurbaşkanlığı kararı "yok hükmünde" bir karar dememizin nedenini hukuken tabii ki açıklamamız gerekir. Çünkü İstanbul Sözleşmesi, yani Avrupa Konseyi'nin bir uluslararası sözleşmesi, mecliste kanunla onaylandı. Hatta bu, 6521 sayılı bir kanundur. Türkiye tarafından onaylanmıştır. Ancak, yine bu kanunun ortadan kaldırılmasıyla, yani Meclis açısından yürürlükten kaldırılmasıyla veya bu kanunun iptal edilmesiyle fesih kararı verilebilir. Bir dayanağı olmalı. Kanun halen yürürlüktedir. Öyle ki, 6 bin 284 sayılı kanun da var ve İstanbul Sözleşmesi'nin hükümlerini içerir. O kanunun 1. Maddesi şunu diyor: Eğer bu kanunda belli eksiklikler varsa, Avrupa Konseyi'nin sözleşmesinin adını tam olarak belirterek, yani İstanbul Sözleşmesi uygulanır diyor. O hala yürürlüktedir. Onay kanunu da yürürlüktedir. Demek ki tek sonuç, bu fesih kararının Avrupa Konseyi ile ilişkiyi kesmek olduğunu gösterir. Ancak, Türkiye'nin bir hukuk devleti olarak devam ettiğini düşünürsek, 6284 sayılı kanuna işaret ederken, bu kanunda şu madde yoktur: Örneğin, ekonomik şiddetle koruma yeterli değil. Nereye bakacağız? İstanbul Sözleşmesine bakacağız. Dolayısıyla, adeta hem yürürlükte hem de hesap verilebilirlik kısmı Avrupa Konseyi'ne kesilmiş durumdadır. Bir diğer önemli husus da şudur: İstanbul Sözleşmesi, ilk defa bir denetim mekanizmasını da içinde barındırarak bir grup tarafından oluşturulan konseyde denetim mekanizmasını içerir. Sözleşmeyi onaylayan taraflar güvenilir raporlar sunmak zorundadır. Konseyde sorular sorulur. Bu sorulara cevap vermek zorundadırlar ki bu aynı zamanda bir izleme mekanizmasıdır. Ülkeler ne kadar kanun çıkardı? Bu kanunları ne kadar uygulayabiliyorlar? Tüm eksiklikler nerede? Bunları belirlemek için. Bu hesap verme yolu, Cumhurbaşkanı tarafından bu kararla kesilmiş oldu. Ancak, her an yeni bir imza ile bu sözleşmeye yeniden yürürlük kazandırıldı demek mümkün değildir.
Barolar, Medeni Kanun hakkında yeterli bilgilendirmeyi yapıyorlar mı?
Barolar yapıyor. Benim de kurucu üyesi olduğum Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu, yani TÜBAKKOM , 1999'da Barolar Birliği'nde kuruldu. Bütün illerde aynı bilgileri eş güdümlü bir şekilde sunuyoruz. Baroların da bir bilgilendirme çalışması var. Kadın kuruluşları öncelikle Medeni Kanun'a sahip çıkıyorlar. Çünkü Medeni Kanun olmadan kadınların insan hakları yoktur. Medeni Kanunun laik niteliği ortadan kaldırılırsa, yani kadın-erkek eşitliği yoksa demokrasi de yoktur. Böyle bir ülke haline geliriz. Dolayısıyla Medeni Kanun, kadınların vazgeçmediği, vazgeçmek istemediği çok önemli bir devrim yasasıdır. Tabii ki bu bilgileri kim anlatacak? Baro mensubu hukukçuların anlatması Türkiye'de çok daha yaygındır. Bir örnek verebilirim belki. Kırsal kesimde Medeni Kanunu anlatıyoruz. Belli kesimlerde küçük gruplara yönelik bilgilendirme yapıyoruz. Kadınlar haklarını öğrendiklerinde bu hakları kullanıyorlar çünkü yolumuzu gösteriyoruz, anlatıyoruz, öğretiyoruz. Örneğin barolarda adli yardım bölümleri bulunmaktadır. Ancak başvuranların ücretsiz bir avukata atanabilmesi için bir fakirlik belgesi sunmaları gerekmektedir. Ancak eğer örneğin ekonomik şiddet gibi bir durum varsa ve Medeni Kanun bu durumu düzenliyorsa, hiçbir belge aranmadan doğrudan avukat atanır. Kadınlar bunu öğrendiklerinde kendilerini daha cesur hissediyorlar ve bir avukat aracılığıyla haklarına ulaşabiliyorlar.
Kadınların Türkiye'de yaşadığı zorluklar ve bunların giderilmesinin yolları sizce nelerdir?
Kadınların başta eğitimde ihmal edildikleri bir gerçek. Örneğin, 8 yıllık zorunlu temel eğitim 1997'de getirilmişti. Kız çocuklarının okullaşma oranının arttığı görüldü. İlkokuldan hemen ayrılan kız çocukları kaderiyle baş başa kalmamıştı, en azından 8 yıl boyunca. Ancak, eğer kadın-erkek eşitliğini çok benimsemeyen bir yönetim varsa, bu eğitim yolunu kapatma, kesme ve engelleme gibi bir anlayış da ortaya çıkabiliyor. 2012-2013 döneminde, eğitimde 4+4+4 kesintili eğitim sistemine geçildi. Özellikle köylerde, kız çocuklarının eğitimini kolaylaştırma gibi görünen ancak aslında kız çocuklarının eğitimine tamamen engel olan bir uygulama başladı. Milli Eğitim Bakanlığı geçtiğimiz yıl açıkladı: 720 bin kız çocuğu ilk dört sınıftan sonra okula gönderilmiş. Hani zorunlu diye. Bir bölümü aile gönderse bile, taşımalı eğitim denilerek işte büyük kentlerde ondan sonrasına gönderilmiyor. Halbuki diploma alabilmek için 8 yıllık olması gerekiyordu. Bunun dışında, çok yönlü engeller var tabii, çalışma hayatında engeller var. Kadın evin düzeni, bakım yükümlülüğü gibi sorumlulukların üstünde. Halbuki bir sosyal devlette, yerel yönetimler veya devlet bakım hizmetleri desteği verebilmeli. Kreşler, evler bunların başında gelir. Ya da yaşlı bakım merkezleri, engelli bakım merkezleri gibi. Ama bunlar yapılmadığı için kadınlar, "Ben çalışmak istiyorum" diyen her 100 kadından sadece 30-32'si çalışıyor. Bu gerçekten ekonomiye büyük bir katkı sağlamıyor. Toplumsal kalkınma nasıl olacak, ekonomik gelişme nasıl olacak? Kadın-erkek eşitliği, kadın-erkek birlikte kalkınmaya katkı sağlarsa olacak. Ama ne yazık ki orada da engelleniyorlar. Büyük bir sorun da siyasi alanda, karar verici yerlerde kadınların temsil edilmemesi. Yerel yönetimlerde çok az temsil ediliyorlar. Şimdi önümüzde bir yerel yönetim seçimi daha var. Yine listeler yapılırken kadınlar unutuluyor. Mayıs ayındaki seçimde ise genel seçimde meclise %19-18 oranında kadın milletvekili girebildi. Bu çok yetersiz. Dünyada kabul edilmiş bir kritik eşik vardır: Eşitliğe doğru giden yolda oransal olarak bu da %34. O üçte biri sağlamadan Türkiye kadınları daha yukarı taşıyamaz. Bu nedenle kadınlar, aileden başlayarak haklarının engellendiği bir gerçek. Her ne kadar kanunlarımızda, anayasamızda eşitlik maddeleri olsa da hayata geçirilemediği görülüyor. Kadınları güçlendirmek, ülkeyi güçlendirmek demektir. Ancak bunun nasıl bir yanıtı olabilir, onu bilemiyorum.
Yeni anayasa taslağında kadınları koruyabilecek ne gibi maddeler var?
Bakın, yeni anayasa yapmayacağız. Yeni anayasa yapamayacaklar. Çünkü eğer demokratik, laik, hukuk devletinden bahsediyorsak, anayasa ya da geçirilirse zaten cumhuriyetin temel nitelikleri bunlardır. O zaman ülkemiz nereye gidiyor diye soracağız. Fakat biz bir örnek yaşadık. Yine bir yeni anayasa söylemi ortaya çıkmıştı 2007 seçimlerinden sonra. O anayasa. Yeni anayasanın metnine hemen baktık tabii. Nereye bakacağız? Kadın-erkek eşitliği konusunda. Kadın hakları alanında çalışan bizler 2004 yılında anayasada bir değişiklik yapıldığını hatırlıyoruz. Bu Avrupa Birliği sürecinde demokratikleşme adımları bağlamında olduğu için hızlıca yapılmıştı. O da şuydu: 10'uncu maddede herkes kanun önünde eşittir ve kadınlar ile erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliği yaşama geçirmekle yükümlüdür hükmü gelmişti. Yükümlülük de veriyordu bu maddeye. Bir pozitif ayrımcılık cümlesine ihtiyaç vardı. Onu o tarihte koymamışlar da onu herhalde getirdiler dedik. Şimdi yeni anayasa yapılıyor. Demokratik anayasa, kapsayıcı bütün güzel sözcükler var. Bir baktık o madde kaldırılmış. Onun yerine kadınlar, yaşlılar, engelliler, çocuklar gibi toplumun korunmaya muhtaç kesimleri denilmiştir. Yani kadınlar o eşit haklar. Devlete eşitliği, yaşama geçirme yükümlülüğü yoktu ama kadınlar korunmaya muhtaç kesim halindeydi. Onun için yeni bir anayasa dedikleri zaman siyasilerin kadın hareketi ayakta, ona izin vermeyeceğiz. Tabii o anayasada çok enteresandır, sanatın, sanatçının korunması da kaldırılmış sanki bu heykelle çünkü. Aile Planlaması Teşkilatı'nı devlet kurar hükmü de kaldırılmıştır. O da üç çocuk, beş çocuk çağrıları vardı. Dolayısıyla bakış açısında hangi şekilde bir devlet yaratmak istiyor, nasıl bir toplum düzeni kurmak istiyor, nasıl bir kadın hakları? Anayasa değişikliği konusunda bir örneğini biz yaşadık ama geri çektirdik, onu geçirmedik.
Medeni kanunda kadının yeri nedir?
Medeni Kanun'da, doğal olarak devrim yasamız bulunmaktadır. "Medeni Kanun" ifadesi, cumhuriyet düzenimizde, devletin dini İslam olduğu kuralının anayasada bulunduğu ilk aşamada yer alsa da, 1926'da Medeni Kanun, laik bir hukuk devletinden alınmıştır. Bu nedenle, çağın gereksinimlerine veya dünyanın gelişimine uyum sağlayan bir aile yapısı vardı. Bu yapıya göre değişiklikler yapılabilmekteydi. Laik hukukun en büyük kazanımı budur ve Medeni Kanun'un laik hukukun sembolü olduğunu hep ifade ederiz. Ayrıca, Medeni Kanun Türkiye'de hukuk birliğini sağlamıştır. Lozan Barış Antlaşması imzalanırken, Türkiye'deki azınlıklar, dine dayalı azınlık nüfusuna dahil diğer din mensupları olarak kabul edilmiş ve onlara kendi kişisel haklarını düzenleme ve uygulama hakkı tanınmıştır. Medeni Kanun kabul edildiğinde, bütün bu diğer din mensuplarının cemaatleri, Adalet Bakanlığı'na gelerek, "Bir laik hukuk kabul edildi, özel yaşam ilişkileri için biz de Medeni Kanun'a sahibiz, hakkımızdan feragat ediyoruz" demiştir. Böylece Türkiye'de hukuk birliği sağlanmıştır.
Şimdi, biz bunun bozulmasına tamamen karşıyız. Kabul edildiği tarihte aile içindeki ilişkilerde, eşler arası ilişkilerde, kadın evin içinde düzeni sağlar, erkek dışarıda çalışır, evin geçimini destekler şeklindeki yapı, demokratikleşme adımlarıyla değişime uğramıştır. Diğer gelişmiş ülkelerde 1950'lerde bu tarz değişiklikler olmuştur. Bizim için ise bu mücadelenin temel yasasıdır. Çünkü ailede demokrasi, toplumda demokrasi çağrılarıyla 1993'te imza kampanyaları başlatılmıştır. Ve bu ailede hem eşit hak, hem eşit temsil, hem de eşit paylaşım ilkesine dayalı kurallar hazırlanmıştır. Taslak olarak Meclis'e de sunulmuştur. Hatta o dönemin Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk, "bunu yüz bin imzaya gerek yoktur, tek imzayla getirseniz yapılması gerekiyor" demiştir. Ancak bu gerçekleşmemiştir. Hala mücadelemizi sürdürüyoruz ve 2002 yılında yeni Medeni Kanun kabul edilmiştir. Orada eşler arası eşitlik sağlanmıştır. Bir tek madde vardı, kadının soyadı konusu. Yani hala aile içinde eşlerin isimleri açısından bir ayrımcılık vardı, kimlik sorunu doğuran. Bu da iptal edilmiş ve 28 Nisan 2023'te Anayasa Mahkemesi kararıyla yayınlanmıştır. 9 ay süre verilmiştir. Anayasa Mahkemesi, "Bir boşluk olmasın. Kadın evlenince kocanın soyadını alır, önce istiyorsa önceki soyadını da beraber taşıyabilir" hükmünü iptal etmiştir. İsterlerse kendi hayatlarıyla devam edebilecek bir eşit hak daha tanınması gerektiğini belirtmiştir. Ancak bu süre içinde Meclis'te düzenleme yapılmamıştır. Şu anda bir boşluk bulunmaktadır. Bu konudaki mücadelemizi sürdürüyoruz. Kadının soyadı bakımından önemi vardır. Kadının soyadıyla ilgili eşit hak verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Eşler arası eşitlik sağlanmalıdır. Aynı şekilde, ataerkil zihniyetten eşitlikçi zihniyete yönlendirilmelidir. Anayasa Mahkemesi de bu kavramlarla iptal etmiştir. Diğer gerekçelerini de sıralamıştır. Şu anda kadının soyadı maddesi hakkındaki değişiklik önerisini hazırladım. Genel gerekçesi ve madde gerekçeleri ile beraber bir milletvekili tarafından Meclis'e sunulmuştur. Adalet Komisyonu'na gitmektedir. Umarım, kitabımda yazdığım öneri Meclis'te yasalaşırsa.
Hakim, savcı gibi makamlarda toplumsal cinsiyet eşitliğinin olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Toplumsal cinsiyet eşitliği, insanların yaratılışlarına değil, insan olarak sahip olmaları gereken haklara dayanır; bu haklar yaşama hakkı, eğitim hakkı gibi temel unsurları içerir. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet eşitliği bir zihniyet meselesidir. Ne yazık ki, hala erkek egemen toplumlarda, bizim gibi eşitlikçi bir bakış açısı yaygın değildir. Bu durum, yargı sistemimizde de görülür; hakimler ve savcılar arasında da. Bu nedenle, mesleki eğitim yoluyla veya Adalet Bakanlığı'nın belirleyeceği şekillerde, toplumsal cinsiyet eşitliği bakış açısı sağlanmalıdır. Örneğin, bir kadın cinayeti durumunda, mağdurun vahşice öldürüldüğü ancak failin cezasızlık beklentisi içinde olduğu bir senaryoyu düşünelim. Eğer fail, kadının herhangi bir kusurunu iddia ederek kendini aklamaya çalışıyorsa, bu durumda savcının nasıl bir iddianame hazırlayacağı veya hakimin nasıl bir karar vereceği önemlidir. Bu tamamen eşitlikçi bir zihniyete sahip olmayı gerektirir. Fail, sanık konumuna gelir ve mahkemeye geldiğinde dahi kravat takıyor oluşu, onun düzgün bir insan olduğu izlenimini uyandırmamalıdır. Ne yazık ki, bu tür cezasızlık durumlarıyla sıkça karşılaşıyoruz. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet eşitliği eğitim yoluyla sağlanmalıdır.