Türkiye'nin savunma sanayisindeki son gelişmelerin vitrine çıktığı ve uluslararası arenada büyük yankı uyandıran Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı (IDEF 2025), bu yıl Türkiye'nin değişen savunma konseptine dair önemli ipuçları verdi. Fuarın en çok konuşulan ve en dikkat çeken sistemi ise hiç şüphesiz ROKETSAN tarafından geliştirilen TAYFUN Blok-4 balistik füzesi oldu. Bu devasa füze, Türkiye'nin artık sadece savunmada kalan değil, aynı zamanda etkili bir caydırıcılık gücüne sahip olma arzusunun en somut göstergesi olarak yorumlandı.
Yaklaşık on metre uzunluğu ve 7.200 kilogram ağırlığıyla heybetli bir görünüme sahip olan TAYFUN Blok-4, ROKETSAN tarafından "Türkiye'nin en uzun menzilli ve milli imkanlarla üretilmiş balistik füzesi" olarak lanse ediliyor. Tayfun füze ailesinin daha önceki üyelerinin menzili yaklaşık 280-300 kilometre civarındayken, Blok-4'ün menzili hakkında resmi bir açıklama yapılmasa da, uzmanlar ve basında yer alan haberler bu rakamın 1000 kilometreyi aşabileceğine işaret ediyor. İzmir Ekonomi Üniversitesi'nden Doçent Doktor Sıtkı Egeli de, füzenin boyutu ve ağırlığından yola çıkarak menzilinin bu seviyelerde olabileceği değerlendirmesini yapıyor. Egeli, "Katı yakıtlı olması itibarıyla gelişmiş bir tasarım. Geçmişinde kendini ispatlamış üç platforma dayanması itibarıyla da kendini ispat etmiş bir tasarım" diyerek füzenin teknik altyapısının sağlamlığına vurgu yapıyor.
Değişen dünya, yeni tehditler: Türkiye neden 'seyirci kalmıyor'?
Peki, Türkiye'yi son dönemde daha uzun menzilli balistik füzelere yönelten temel neden ne? Uzmanlara göre bu sorunun cevabı, Türkiye'nin içinde bulunduğu karmaşık jeopolitik ortamda ve değişen bölgesel güç dengelerinde gizli. ABD merkezli Atlantic Council düşünce kuruluşundan kıdemli araştırmacı Dr. Rich Outzen, Ankara'nın caydırıcılık için İran gibi komşuları ile benzer menzillerde silahlara sahip olmayı hedeflediğini belirtiyor. Outzen, "Biri Ankara ya da İstanbul'a füze ve drone'larla saldırırsa, buna eşit güçte karşılık verebilmek istiyor" diyerek, bu stratejinin "göze göz, dişe diş" esasına dayandığını ifade ediyor.
Doç. Dr. Sıtkı Egeli de bu görüşü destekleyerek, Türkiye'nin etrafındaki coğrafyada orta menzilli balistik füzelere olan ilginin arttığı bir ortamda, Türkiye'nin bu duruma seyirci kalmasının beklenemeyeceğini vurguluyor. Geçmişte Rusya'nın Ukrayna'da, İran'ın ise İsrail'e karşı balistik füzeler kullanması, bu silahların modern savaşlardaki etkinliğini ve caydırıcı rolünü gözler önüne serdi. Türkiye'nin mevcut envanterindeki yaklaşık 300 kilometre menzilli Bora ve Tayfun füzeleri, komşu başkentleri vurma kapasitesine sahipken, 1000 kilometre menzilli yeni nesil füzeler, etki alanını çok daha geniş bir coğrafyaya yayma potansiyeli taşıyor.
Ancak bu uzun menzil, beraberinde yeni zorlukları da getiriyor. Egeli, Türkiye'nin komşularını riske atmadan bu füzeyi azami menzilinde test etmesinin coğrafi olarak mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Bu nedenle, basında yer alan ve Somali Cumhurbaşkanı'nın açıklamalarına dayandırılan, Türkiye'nin Mogadişu'da bir roket fırlatma üssü kuracağı yönündeki iddialar, bu testlerin Hint Okyanusu'na doğru yapılabileceği ihtimalini güçlendiriyor.
Kılıcın yanında kalkan da lazım: 'Çelik Kubbe' projesinin çetrefilli yolu
Türkiye bir yandan TAYFUN gibi etkili bir taarruz ve caydırıcılık silahı geliştirirken, diğer yandan da bu tür tehditlere karşı kendini koruyacak katmanlı bir hava savunma sistemi kurma yolunda önemli adımlar atıyor. Son dönemin en popüler savunma projelerinden biri olan "Çelik Kubbe", tam da bu ihtiyaca cevap vermek üzere tasarlandı. "Sistemler sistemi" olarak adlandırılan Çelik Kubbe, alçak, orta ve yüksek irtifadaki farklı hava savunma sistemlerinin (Hisar, Siper vb.) entegre bir şekilde çalışacağı karmaşık bir savunma mimarisi olarak öne çıkıyor.
Rich Outzen, özellikle İran-İsrail geriliminin, hipersonik füzeler ve katmanlı hava savunma sistemlerinin önemi konusunda Türkiye'ye önemli dersler verdiğini belirtiyor. Ancak bu tür sistemleri hayata geçirmenin hiç de kolay olmadığının altını çiziyor: "İsrail'in Demir Kubbe'yi geliştirmesi on yıllar sürdü. Son savaşta bunun bile %100 etkili olmadığını gördük."
Doç. Dr. Sıtkı Egeli de hava ve füze savunmasını "çok çetrefilli bir problem" olarak tanımlıyor. Egeli'ye göre en büyük sorunlardan biri maliyet. "Dronelar ve füzeler çok ucuz. Bunları durduracak sistemler ve mühimmat çok pahalı ve sayıları çok az" diyen Egeli, saldırı amaçlı silahların daha hızlı ve çok sayıda üretilebilirken, savunma füzelerinin sayısının her zaman sınırlı kalacağını ve bir "salvo" saldırısı karşısında savunmanın bir noktada tıkanabileceğini belirtiyor. Ancak tüm bu zorluklara rağmen Egeli, Türkiye'nin Çelik Kubbe ile doğru yönde ilerlediği görüşünde.
Dışa bağımlılığın bedeli: 'Yerli ve milli' hamlesinin ardındaki zorunluluk
Türkiye'nin son 20 yılda savunma sanayinde bu denli büyük bir atılım yapmasının temelinde, dışa bağımlılığı azaltma ve "öngörülebilir tedarik" sağlama arzusu yatıyor. Geçmişte yaşanan S-400 krizi, F-35 programından çıkarılma ve çeşitli Batılı ülkelerin uyguladığı örtülü veya açık ihracat engelleri, Ankara'yı kritik sistemlerde kendi kendine yetebilen bir yapı kurmaya itti. IDEF 2025'te sergilenen fiber optik kablolu FPV drone'lar, yeni nesil mühimmatlar ve elektronik harp sistemleri, bu yerli ve milli üretim hamlesinin en somut sonuçları olarak öne çıkıyor.
Savunma Sanayii Başkanlığı'nın verilerine göre, Türkiye'nin savunma sanayi ihracat gelirleri son yıllarda istikrarlı bir artış göstererek 2024'te 7,1 milyar dolara ulaştı. Hedef ise bu rakamı 11 milyar dolara çıkarmak. Bu rakamlar, Türk savunma sanayinin artık sadece iç ihtiyacı karşılayan bir yapıdan, küresel bir oyuncuya dönüştüğünü gösteriyor.
Büyümenin getirdiği sancılar: 'Her şeyi kendin yap' stratejisinin riskleri
Ancak bu hızlı büyüme, beraberinde bazı yapısal sorunları ve riskleri de getiriyor. Uzmanlar, Türkiye'nin sınırlı insan kaynağı ve finansal altyapısına rağmen "her şeyi kendisi yapma" stratejisinin sürdürülebilirliğini sorguluyor. Abdullah Gül Üniversitesi'nden Çağlar Kurç, bu durumun özellikle mühimmat ve insansız hava araçları alanında bir "replikasyon" yani benzer sistemlerin farklı şirketler tarafından tekrar tekrar üretilmesi sorununa yol açtığını belirtiyor. Bu durumun, sınırlı kaynakların verimsiz kullanılmasına ve envantere giren benzer sistemlerin lojistik zorluklar yaratmasına neden olabileceğini savunuyor.
Kurç ayrıca, savunma sanayini eleştirmenin giderek zorlaştığı bir atmosferin oluştuğuna da dikkat çekiyor. Uzmanlara göre, hiçbir ülke savunma teçhizatının tamamını kendi başına üretemez. Bu nedenle, Türkiye'nin stratejik önceliklerini doğru belirlemesi, kaynaklarını en verimli alanlara yönlendirmesi ve uluslararası iş birliklerine kapıyı kapatmaması, bu büyük atılımın başarısı için kilit öneme sahip. TAYFUN ve Çelik Kubbe gibi projeler, Türkiye'nin gücünü ve teknolojik kapasitesini gösterirken, bu gücün akılcı ve sürdürülebilir bir stratejiyle yönetilmesi, gelecekteki başarının en önemli teminatı olacak.