Uluslararası siyasetin kalbi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un yaptığı açıklamayla adeta yeniden atmaya başladı. Macron, 24 Temmuz Perşembe günü yaptığı tarihi konuşmada, ülkesinin uzun yıllardır sürdürdüğü "bekle-gör" politikasını terk ederek, Eylül 2025 itibarıyla Filistin'i egemen bir devlet olarak resmen tanıyacağını ilan etti. Bu karar, sadece Fransa'nın Ortadoğu politikasında radikal bir değişikliğe işaret etmekle kalmıyor, aynı zamanda geçtiğimiz yıl İspanya, Norveç, İrlanda ve Slovenya gibi ülkelerin öncülük ettiği tanıma dalgasını en güçlü halkayla perçinliyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyesi ve Avrupa Birliği'nin lokomotif gücü olan Fransa'nın bu hamlesi, küresel güç dengeleri açısından büyük önem taşıyor. Karar, Filistin Yönetimi tarafından "tarihi bir adalet anı" olarak nitelendirilerek büyük bir memnuniyetle karşılanırken, İsrail ve en büyük müttefiki ABD kanadında şok etkisi yarattı. İsrail Dışişleri Bakanlığı, kararı "teröre verilmiş bir ödül" olarak kınarken, Washington yönetimi, bu tür adımların tek taraflı atılmaması gerektiğini ve çözümün ancak taraflar arasındaki doğrudan müzakerelerle mümkün olabileceğini yineledi. Macron'un bu adımı, özellikle Gazze'de devam eden insani kriz ve Batı kamuoyunda artan baskılar neticesinde, Batılı güçler arasındaki fikir ayrılığını da derinleştirmiş oldu.
Tanıyanlar ve tanımayanlar: Dünyanın ortasındaki filistin çizgisi
Fransa'nın kararıyla birlikte, dünya üzerindeki ülkelerin Filistin'e bakışı daha da net bir şekilde ayrışıyor. Bu adımla, Birleşmiş Milletler'e (BM) üye 193 ülkeden Filistin'i devlet olarak tanıyanların sayısı 149'a yükselecek. Bu sayı, dünya ülkelerinin ezici bir çoğunluğunun Filistin'in devlet olma hakkını kabul ettiği anlamına geliyor. Tanıyan ülkeler arasında BM'deki 22 üyeli Arap Grubu, 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı ve 120 üyeli Bağlantısızlar Hareketi gibi büyük bloklar yer alıyor. Türkiye ise, 15 Kasım 1988'de sürgünde ilan edilen Filistin Devleti'ni ilk gün tanıyan ülkelerden biri olarak bu süreçteki öncü rolünü koruyor.
Ancak madalyonun diğer yüzünde, dünya siyasetinde ve ekonomisinde önemli ağırlığı olan 40'tan fazla ülke bulunuyor. Filistin'i henüz devlet olarak tanımayan bu ülkeler arasında ABD, İngiltere, Almanya, Kanada, Avustralya, İtalya, Hollanda ve Japonya gibi G7 üyeleri ve Batı ittifakının kilit aktörleri yer alıyor. Bu ülkelerin büyük bir kısmı, tanıma kararının iki devletli çözüm için yürütülecek nihai bir barış anlaşmasının sonucu olması gerektiğini savunarak mevcut statükoyu koruyor. Fransa'nın bu gruptan ayrılarak tanıma kararı alması, özellikle Almanya ve İtalya gibi diğer büyük Avrupa ülkeleri üzerinde gelecekte bir baskı unsuru oluşturabilir.
Gerekçeler çarpışıyor: Barışa giden yol mu, varoluşsal tehdit mi?
Filistin'in devlet olarak tanınması tartışmasının merkezinde, birbiriyle taban tabana zıt iki temel argüman yatıyor. İspanya, Norveç, İrlanda ve şimdi de Fransa gibi ülkeler, tanıma kararının sembolik bir jestten çok daha fazlası olduğunu savunuyor. Onlara göre bu adım, Filistin tarafına diplomatik bir güç vererek onları İsrail ile daha eşit şartlarda masaya oturmaya teşvik edecek. Bu görüş, tanıma kararının barış görüşmelerini canlandıracağını, iki devletli çözüm vizyonunu somutlaştıracağını ve bölgede kalıcı bir istikrar için gerekli siyasi zemini oluşturacağını öne sürüyor.
Öte yandan İsrail, bu argümanın tam tersini iddia ediyor. İsrail hükümetine göre, müzakereler sonuçlanmadan yapılacak tek taraflı bir tanıma, Filistin'i uzlaşmaz bir tutuma itiyor ve barış ihtimalini ortadan kaldırıyor. İsrail'in BM Büyükelçisi Gilad Erdan gibi isimler, bu tür kararların özellikle 7 Ekim saldırıları sonrası Hamas'ı ve "terörü ödüllendirmek" anlamına geleceğini sıkça dile getiriyor. İsrail için temel endişe, sınırları tam olarak belirlenmemiş ve güvenlik garantileri sağlanmamış bir Filistin devletinin, kendi "varlığına yönelik bir tehdit" oluşturacağı yönünde. ABD de bu pozisyona yakın durarak, kalıcı barışın ve Filistin devletinin ancak tarafların doğrudan ve zorlu müzakerelerle ulaşacağı bir hedef olması gerektiğini belirtiyor.
BM'de kilitlenen kapı: Veto gücü ve sembolik statü
Filistin'in devletleşme sürecindeki en büyük mücadele alanlarından biri de New York'taki Birleşmiş Milletler merkezi. Filistin, 2012 yılından bu yana BM'de "üye olmayan gözlemci devlet" statüsüne sahip. Bu statü, Filistin'e Genel Kurul tartışmalarına katılma ve uluslararası mahkemelere taraf olma gibi önemli haklar tanısa da, en kritik olan oy kullanma hakkını vermiyor.
Filistin'in tam üyelik hayali ise bugüne kadar hep BM Güvenlik Konseyi'nin duvarına çarptı. En son Nisan ayında Cezayir tarafından sunulan ve Filistin'in tam üyeliğini öneren tasarı, Konsey'in beş daimi üyesinden biri olan ABD tarafından veto edildi. ABD'nin bu vetosu, tasarının Genel Kurul'a gitmesini ve orada muhtemel bir üçte iki çoğunlukla kabul edilmesini engellemiş oldu. İlginç bir şekilde, oylamada ABD'nin en yakın müttefiklerinden Fransa, Japonya ve Güney Kore çekimser kalmak yerine tasarıya "evet" oyu vererek Washington ile aralarındaki görüş ayrılığını ortaya koymuştu. İşte Macron'un son tanıma kararı, bu oylamada verilen sinyalin mantıksal bir devamı olarak görülüyor. ABD vetosu, Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas tarafından "etik dışı" olarak nitelenirken, bu durum BM sistemindeki kilitlenmeyi ve P5 ülkelerinin sahip olduğu orantısız gücü bir kez daha gözler önüne serdi.
Sahadaki gerçeklik ve sembolizmin gücü
Peki, Fransa'nın ya da diğer 148 ülkenin Filistin'i tanıması, Batı Şeria veya Gazze'deki bir Filistinlinin günlük hayatında neyi değiştiriyor? Uzmanlara göre, bu tanıma kararlarının sahadaki acil etkisi sınırlı. Londra Ekonomi Okulu'ndan (LSE) Prof. Fawaz Gerges gibi akademisyenler, ABD'nin doğrudan müzakerelerde ısrar ederek aslında İsrail'e fiili bir veto hakkı tanıdığını ve işgal sürdüğü müddetçe gerçek bir egemenlikten bahsedilemeyeceğini belirtiyor.
Ancak bu durum, tanıma kararının tamamen sembolik ve etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Diplomatik tanınma, Filistin'e uluslararası hukuk nezdinde daha güçlü bir kimlik kazandırıyor. Bu, gelecekteki sınır müzakerelerinde, uluslararası mahkemelerde hak arayışında ve ikili anlaşmalarda Filistin'in elini güçlendiren bir koz. Ayrıca, İsrail üzerinde uluslararası baskıyı artırarak işgal politikalarının sürdürülebilirliğini sorgulatıyor. SOAS Londra Üniversitesi'nden Prof. Gilbert Achcar'ın da belirttiği gibi, tam üyelik ya da yaygın tanınma tek başına "bağımsız ve egemen bir Filistin devleti" yaratmayacak olsa da, o hedefe giden yolda atılmış en önemli diplomatik adımlardan birini teşkil ediyor. Fransa'nın kararı, bu uzun ve meşakkatli yolda yeni bir sayfa açarak, diplomasinin hala en güçlü silahlardan biri olduğunu tüm dünyaya hatırlattı.