Köy Enstitülerinin yıkılmasını Amerika’nın Marşal yardımına, ağaların tepkisine bağladık. Oysa yalnızca onlar değildi Köy Enstitülerinin kapatılmasına neden olanlar. İçte, dışta birtakım çevreler, dahası okumuşlar ülkemizin yoksul halk çocuklarının yuvalarını yok etmek için elbirliğiyle çalıştılar.
Her Yönüyle Köy Enstitüleri’ni okuyunca yıkıcıların kimler olduğunu daha iyi anlıyor insan. Öyle kulaktan dolma yarı doğru, yarı yanlış bilgilerle Köy Enstitülerinin yıkılış nedenlerini tam anlayamayız.
Tahsin Yücel, adını andığım kitapta çok ilginç anılarla birlikte ilginç bilgiler veriyor bu konuda. Bu Tahsin Yücel, edebiyat dünyasının bildiği Tahsin Yücel değil. Önce Çifteler Köy Enstitüsü’nü, sonra Ankara Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirmiş durmadan üreten bir öğretmen. Her Yönüyle Köy Enstitüleri, otuz üçüncü kitabı. Bugün doksan altı yaşında hâlâ yazıyor, üretiyor.
Tahsin Yücel, yalın bir dille Köy Enstitülerini yıkan güçleri şöyle sıralıyor:
1 - Geniş toprak sahipleriyle tüccarlar bu konuda başı çekiyor. Ekilebilir toprakların dörtte üçü büyük toprak sahiplerinindi. Köylülerin bin bir zorlukla, çileyle ürettiğini kentlerdeki tüccarlar ucuza kapatıyordu.
Bu kesim, özellikle geniş toprak sahipleri “Köylü eğitilirse hakkını aramayı öğrenir, bizim işler bozulur” diyordu.
Ziya Gökalp, 1923 yılında Urfa’ya gidiyor. Bazı köy ağalarıyla, yörenin ileri gelenleriyle toplantı düzenliyor. Emekli Öğretmen Cevat Emiroğlu da oradadır. Gökalp; “Ağalar okula önem verin, köylerinize okul açın, öğretmen gelsin” dediğinde Emiroğlu’nun yanında oturan aşiret başkanı Sait Bey, “Ben köyüme gelecek öğretmenin bacağını kırarım! Yani o, köylümü kışkırtacak ve artık beni dinlemeyecekler öyle mi” diye tepki gösterir.
Toprak ağaları hep aynı düşünmüştür.
2 - Köy Enstitülerini beğenmeyen okumuşlar da yazılarıyla bu güzelim okulların yıkılmasına destek olmuşlardır. Tonguç, bu kesimi ikiye ayırıyor:
a - Irkçılar; baskıcı bir düzenden yana olduklarından Kemalizmin eğitim uygulamasına da demokratik ilkelere de karşıydılar.
b - Kırgınlar; istekleri doyurulmamış olanlar. Bunlar son derece hırslı kişilerdi. Önce kurtuluşa katıldılar, istekleri olmayınca kitaplar yazarak yapılanları karalamaya başlayanlardır.
'AYDINIMSILAR'
Sabahattin Eyuboğlu bu aydınımsıların enstitülerle ilgili sözlerinden kimilerini şöyle aktarıyor:
- Bütün köylüleri okutmak güzel fikir ama sonra toprakları kim ekecek, koyunları kim güdecek?
- Daha şehirli çocukları okutamıyoruz, kalkmışız köylüleri okutmaya.
- Köy çocuklarını şımartıyoruz. Enstitüde okuduk diye çalımlarından geçilmiyor. Göreceksiniz yakında bunlar bize kafa tutacaklar. Besle kargayı, oysun gözünü.
- Kendim görmesem inanmazdım. Ankara Halkevine Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri Faust’u görmeye gelmişlerdi. İlkin asker zannettim. Kaba saba elbiseler, kapkara yüzler, korkunç bir ter kokusu. Facia. Bunlar öğretmen olacaklar da…
- Bunlar Şekspir’in, Goethe’nin, Gogol’ün eserlerini okuyorlarmış. Güler misin ağlar mısın? Bu eserleri biz bile okuyup anlayamıyoruz.
….
Tahsin Yücel ayraç içinde çok iyi besleniyorduk diye not düşüyor burada.
Bütün bunlar; dışarıdan, önyargılarla bakmaktan başka bir şey değildir.
Okumuşların içinde az da olsa Köy Enstitülerini benimseyenler, gazetelerde dergilerde olumlu yazılar yazanlar vardı.
Sol görüşlü yazarlar da türlü gerekçelerle Köy Enstitülerini eleştiriyorlardı. Kemal Tahir, Tahir Alangu, Attila İlhan, Banu Avar, Doğan Argun gibi yazarlar da öğrencilerin azla yetindiğini, Batı taklitçiliği yapıldığını, sanayileşme yerine köylülüğün pekiştirildiğini, Hristiyan Batı kültürünün Türk milletine dayatıldığını yazıyorlardı.
'TÜRKİYE YERİNDE SAYSIN'
Yıkıcılar kervanına din adamlarının, siyasacıların, birtakım sağcıların bu okulları komünistlikle suçlamalarını, köylülere okulunu yapma zorunluluğunun kullanılmasını da ekleyelim.
Yıkılış ardındaki başka bir nedeni bir anıyla açıklayalım:
Yazar Fehmi Çalmuk, 2002’de yayımlanan kitabında Almanya’da Şefik Karagüzel adlı bir mühendisle yaptığı görüşmeyi anlatıyor:
Almanya’nın Köln kentinde 2002 yılının Nisan ayında Eberllatz’da Şefik Karagüzel bir kahvede konuşuyor.
“1960’lı yılların sonlarına doğru Honnever’e bir iş için gitmiştim. Bütün çabalarıma karşın hiçbir otelde yer bulamadım. Sonunda karakola giderek yardım istedim. Onlar da en yakın otele telefon ederek benim için yer ayarladılar.
Otele vardığımda kapıda şık giyimli bir bey otel sahibesiyle konuşuyordu. Kendimi tanıtarak karakoldan telefon edildiğini söyledim. Kadın 'Son yerimi bu beyefendiye verdim. Geç kaldınız' dedi.
Kendisine boş yer olduğu ve yer ayırtıldığı için geldiğimi, odanın başkasına verilmesinin haksızlık olduğunu söylediğimde şık giyimli beyefendi araya girdi. Kadına 'odayı paylaşacağını' söyledi. Şaşırmıştım.
Yatacak yeri hallettikten sonra bir şeyler yemek istediğimi belirttim. Şık giyimli beyefendi Almanca konuşmasına karşına bana dönerek 'Yakında bir lokanta var, oraya gidelim' dedi. Şaşırmıştım.
İstanbul Türkçesiyle konuşuyordu. Lokantaya gittiğimizde söyleşi koyulaştı. Türkçeyi bu kadar düzgün konuşmasının nedeninin Türkiye’de uzun yıllar görev yapmasından kaynaklandığını belirtti. Türkiye’de 10-15 yıl içinde gitmediği il, ilçe kalmadığını, binlerce köyü dolaştığını anlattı. Söyleşi geliştikçe köylerde yaptıkları propagandanın ipuçlarını vermeye başladı.
'Köy Enstitüleri aleyhine inanılmaz bir kampanya yaptık. Bu okulların komünist yetiştirdiğinden, ahlaksızlık yaydığından, köylülerin çocuklarını bu okullara göndermemesi gerektiğini anlatıyorduk. O dönemin siyasi partisine destek verdik.'
Dinledikten sonra 'Neden' dedim.
Yanıtı anlattıklarından da ilginçti; 'İki binli yıllara doğru Türkiye’nin nüfusu dünyann en genç nüfusundan biri olacak. O yılların süper gücü Türkiye olacaktı. Bu genç ülkenin eğitimli olması demek birçok ülkenin tarih sahnesinden silinmesi anlamına gelecekti. Köy Enstitüleri aleyhine onun için çalıştık. Gençler eğitilmesin, cahil kalsın. Türkiye yerinde saysın, bize muhtaç olsun istedik' dedi.”
Sanırım başka söze gerek kalmıyor.