Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün ortak kararlarına göre, her insanın temiz, güvenli ve yeterli miktarda içme suyuna erişimi bir temel insan hakkıdır. Bu kararlar, sadece birer tavsiye değil; devletler tarafından imza altına alınmış, dolayısıyla yükümlülük doğuran uluslararası normlardır. Türkiye de bu kararların altına imza atmış ve bu hakkı yurttaşlarına sağlamakla mükellef olmuştur.
Nitekim, 28 Temmuz 2010 tarihli BM Genel Kurulu kararı (A/RES/64/292) ile temiz içme suyu ve sanitasyon hakkı resmen bir insan hakkı olarak ilan edilmiştir. Bu kararda, tüm insanların güvenli, yeterli, karşılanabilir ve ulaşılabilir su hizmetlerinden yararlanması gerektiği belirtilmiş; devletlere bu hakkın uygulanmasını sağlama çağrısı yapılmıştır.
Ayrıca, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’nin 2002 tarihli 15 No’lu Genel Yorumu, suya erişimi “yaşama hakkının ve insan onurunun ayrılmaz bir parçası” olarak tanımlamıştır. Bu yorum, içme suyu hizmetlerinin fiziksel, ekonomik ve bilgi açısından erişilebilir olması gerektiğini vurgulamış; devletlerin özellikle kırılgan grupların suya erişimini güvence altına alması gerektiğini belirtmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü ise suyun yalnızca erişilebilir değil, sağlık açısından güvenli olması gerektiğine dikkat çekmiş ve bu doğrultuda “Drinking Water Quality Guidelines” adlı küresel içme suyu standartlarını yayımlamıştır. Bu rehber, içme suyunun mikrobiyolojik, kimyasal ve fiziksel niteliklerine ilişkin güvenli sınırları belirlemektedir.
Türkiye’de su politikalarının yürütülmesinden ve içme suyu altyapısının planlanmasından doğrudan sorumlu olan kurum ise 1953 yılında kurulan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ)’dir. Yani Türkiye’de su yönetimi ve içme suyu temini konusunda devlet adına hareket eden tek yetkili ve sorumlu yapı DSİ’dir. Bu kurum, ülke genelindeki barajların, göletlerin, içme suyu isale hatlarının, arıtma tesislerinin planlanması, inşa edilmesi ve işletmeye alınmasından sorumludur.
Bugün Türkiye’de, özellikle Ege Bölgesi başta olmak üzere pek çok kentte yaşanan ciddi su sıkıntıları, sadece iklim değişikliğiyle açıklanamaz. Elbette küresel ısınma, yağış rejimlerinin değişmesi, tarımsal kuraklık gibi faktörler önemli rol oynamaktadır. Ancak bu etkilerin uzun yıllardır bilimsel raporlarda yer aldığı, DSİ ve diğer kurumlar tarafından da bilindiği açıktır. Yani bugün yaşadığımız su krizleri öngörülemeyen değil, önlenmeyen krizlerdir.
Çeşme Örneği: Açılmış Barajdan Sekiz Yıldır Su Verilmeyen İlçe
Devletin su sağlama konusundaki ihmaline en çarpıcı örneklerden biri, İzmir’in Çeşme ilçesinde yaşanmaktadır. Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden biri olan Çeşme’de su sıkıntısının yaşanacağı daha 2013 yılında resmi raporlarla tespit edilmiş, çözüm olarak 34 kilometre uzaklıktaki Karareis mevkiinde bir baraj inşasına karar verilmiştir. Karareis Barajı, Devlet Su İşleri’nin yatırım programına alınmış ve 2017 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından resmen açılmıştır.
Ancak aradan geçen sekiz yıla rağmen bu barajdan Çeşme’ye bir damla dahi su verilmemiştir. Çeşme halkı hâlâ tankerlerle, düşük basınçlı ve kesintili suyla yaşamak zorunda kalmaktadır. Bu süreçte Devlet Su İşleri, gerekli isale hattı ve bağlantıların yapılmadığını öne sürerek sorumluluğu sürekli olarak belediyelere atmakta, kendi görev alanındaki altyapı eksikliklerini göz ardı etmektedir.
Bu örnek, sadece kurumsal koordinasyon eksikliğini değil, aynı zamanda halkın en temel hakkı olan suyun bile siyasi çekişmelere kurban edilebildiğini göstermektedir. Sonuç olarak, yaz aylarında nüfusu yüz binlerle ifade edilen Çeşme’de, turizm sezonunun ortasında çöl kuraklığı benzeri bir tablo yaşanmakta, esnaf, turist ve yerel halk su bulmakta zorlanmaktadır.
Devletin en üst düzeyinden açılışı yapılan bir barajın sekiz yıl boyunca atıl kalması, DSİ’nin kurumsal işlevsizliğinin ve planlama zafiyetinin sembolü haline gelmiştir.
Diğer örnekler ve genel tablo:
• Baraj kapasitelerinin mil dolması nedeniyle %80 oranında su kaybı yaşandığı birçok teknik raporda yer almaktadır. Bu durum, yıllarca yapılmayan dip temizliğin bir sonucudur.
• Yerel su kaynakları üzerinde yapılan kontrolsüz ve plansız yapılaşmalar, tarımsal sulamada su verimliliği olmayan yöntemlerin sürdürülmesi gibi nedenlerle var olan kaynakların sürdürülebilir yönetimi sağlanamamıştır.
• Su getirme projeleri tamamlandığı halde halkın kullanımına açılmamış, altyapı eksikleri veya siyasi çekişmeler nedeniyle kaynaklar devre dışı kalmıştır.
Bütün bu gelişmeler, DSİ’nin görevi olan “içme ve kullanma suyu temini” konusunda yetersiz kaldığını açıkça göstermektedir.
Devlet Su İşleri’nin Yeniden Yapılandırılması Gerekiyor
Günümüzde yaşanan su krizleri, DSİ’nin sedate bir inşaat kurumu gibi değil, dinamik, bilimsel, çevresel ve sosyal faktörleri gözeten bir su yönetim otoritesi olarak yeniden yapılandırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. DSİ’nin görev tanımı halen büyük oranda baraj, gölet, kanal gibi fiziksel altyapı yatırımları ile sınırlıdır. Ancak su sorunu artık sadece “altyapı” sorunu değildir.
Bugün ihtiyaç duyulan:
• Su havzalarının korunmasına odaklı, entegre su yönetimi politikalarıdır.
• Yerel halkın katılımıyla planlanan şeffaf ve adil su dağıtım mekanizmalarıdır.
• Gelecekteki kuraklıkları öngören ve önleyen iklim odaklı su stratejileridir.
Sonuç: Sorumluluk Devletindir, Çözüm Katılımcı ve Bilimsel Olmalıdır
Türkiye, su hakkını tanımış ve uluslararası metinlere taraf olmuş bir devlettir. Ancak bu hakkı hayata geçirmek için sadece kağıt üzerinde var olan kurumlar ve projeler yeterli değildir. Su hakkı, ancak işleyen, etkin ve halkı önceleyen bir kamu politikasıyla gerçek olur.
Bugün Çeşme, Muğla, Urla, Aydın, İzmir gibi pek çok turistik bölgede yaşanan susuzluk krizleri, yurttaşın yaşam hakkını doğrudan tehdit eder hale gelmiştir. Bu da gösteriyor ki, devletin su sağlama yükümlülüğü sadece hukuki değil, aynı zamanda insani ve ahlaki bir sorumluluktur.
Bu nedenle:
• Devlet Su İşleri başta olmak üzere tüm ilgili kurumlar hesap verebilir olmalı,
• Su yönetimi belediyeler, meslek odaları, üniversiteler ve STK’larla birlikte katılımcı şekilde yürütülmeli,
• Ve en önemlisi, her bireyin su hakkı anayasal ve pratik düzeyde güvence altına alınmalıdır.