O günden sonra hayatımız asla önceki gibi olmadı ve bir daha da olmayacak…
Mahalleler, evler, sokaklar, ağaçlar… Bilcümle yeryüzünde anılarımızla biriken her şey kısa bir zaman diliminde silindi ve yaşanan büyük yıkım, ruhumuzun derinliklerini sarmalayacak derin bir karanlıkla örttü üstümüzü…
Dışarda soğuk…
Tenimizde ıslak bir çığlık…
Çaresizlik… Şok, inkâr... Doksan saniyelik bir ömür… Gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçen doksan saniyelik bir ömür…
Deprem öncesinde de mutlu bir ülkenin insanları değildik. Hiçbir zaman olmadık, olamadık. Deprem sonrasında ise zaten pamuk ipliğine bağlı olan yaşam sevincimiz iyice söndü, köreldi…
Ne kadar köhne bir düzenin içinde yaşadığımız, doğanın azameti karşısında ne kadar küçük ve acınası bir durumda olduğumuz bir kez daha ortaya çıktı. Dostoyevski’nin sözünü bu noktada hatırlamamak mümkün değil. “Tabiata karşı işlenen bir suçun intikamı insan adaletinden daha zor olur.” Tabiata karşı işlediğimiz hangi bir suçu hatırlasak acaba?
Asrın felaketi evet ama bu felaketi kendinize gelin, neyi paylaşamıyorsunuz diyen doğa yaratmadı. Bu felakette en büyük pay sahibi rant ve çıkar peşinde koşanlar, başkalarının haklarını ve hayatlarını hiçe sayanlar, hayatını sadece kendini ve etrafını zenginleştirmek uğruna sürdürenler… Kendinden başka canlı yaşamını hiçe sayanlar, hiç ölmeyecekmiş gibi para, güç, makam için benliğini yitirenler... Yani bizler, sizler, onlar, alkışlananlar…
Depremin ardından yollar, yolculuklar. Yanında üç beş kıyafet… Yeni bir yer… Yeni beklentiler, belki umut… Yeniden kurarız değil mi? Yaparız, başlarız, tüm hikayeyi yeniden yazarızlı cümleler, mahcup bir konuşmayla anlatırız belki. İçimize saklanmış kenti hiç unutmayacakmış gibi dilimizde bir ezgi belirir, yol gösterir belki…
Kaybolmuş bir kentin eskicisiydi
Makineleşmeye karşı duyguları topluyordu
Kaybolmuş bir kentin sokaklarında
Torbasında umut, torbasında insana dair ne varsa…
Tütünü, defne yaprağı, dondurması, kayısısı... hiç yitirmeden torbamızdaki umudu…