Umut yeterince örgütlenemedi demek ki! İnce ince kırılmalar yaşıyoruz içimizde. Oysa ne düşler kurmuştuk, ne gelecekler biriktirmiştik kendimize, çocuklarımıza!
Ne ki umudu yine de diri tutmalıyız. Hadi o zaman bugün umudun aydınlığıyla, aşklı bir yazıya açalım penceremizi.
Aklımızdan, gönlümüzden, gündemimizden çıkarmak olası mı? Arapça kökenli olmasına karşın, anlatım, kavram, etkileme bağlamında etkili bir sözcük olmalı ki aşkı terk etmek olanaklı görünmüyor.
Bundan sonra da söylenecek, yazılacak, yaşanacak elbette. Eskimeyen, bıkılmayan, doyulmayan… Yaşandıkça varsıllaşan, paylaştıkça yüceleşen, özlendikçe aranan, ten birliğinden çok, tin katında duyumsanan… ki onun adı aşk işte!
Mutlu aşk var mıdır gerçekten? “Yaşamı olağandışı ve acılı bir bölünme” olarak gören Aragon’a göre “Mutlu Aşk yoktur.”
Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa
yürek atışlarının, duygu yoğunluğunun, ayrılıkların, buluşmaları, göz ve bakış devinimlerinin yaşandığı aşk, mutluluğun bileşkesi olabilir mi?
Laylâ-Mecnun, Ferhat-Şirin, Yusuf-Züleyha, Kerem-Aslı söylenceleri; Van’ın Akdamar adasından, Kız Kulesi’nden, İda’dan, Niobe’den... Daha nice Anadolu kentlerinden, kasabalarından günümüze dek süren aşk söylenceleri. Bu öyküleri, söylenceleri, masalları hep sevmişiz, kendimizle özdeşleştirmişiz.
Elbette şiirimizin de başat olgularındandır aşk izlekleri. Fuzuli’den, Şeyh Galip’ten, Karacaoğlan’dan, Nazım’dan, Attila İlhan’dan, Ahmet Arif’ten, Ülkü Tamer’den, Orhan Veli’den... şiir cumhuriyetimizin hemen her şairinden coşkulu, dörtlükler, beyitler, dizeler, şiirler belleğimizin odalarında yerini almıştır.
Nazım’ın “Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin/ ayağını bastın odama/ Kırk yıllık beton çayır çimen şimdi” dizelerini unutmak olası mı?
Kavganın, sevginin, başkaldırının coşkulu şiirini yazan Hasan Hüseyin şu dizeleri laf olsun diye söylememiştir herhalde. “...sen aşk şiiri yazamazsın / hasan hüseyin / çünkü aşkın kendisidir / senin şiirin.”
Ataol Behramoğlu da aşkı “hiçbir kelebek/ tek başına yaşayamaz sevdasını,/ severken hiçbir böcek/ Hiçbir kuş yalnız değildir:/ Ölümdür yaşanan tek başına,/ Aşk iki kişiliktir.”
“Yeşil pencereden bir gül at bana,/ Işıklarla dolsun kalbimin içi” diyen Dıranas, “Kara dutum, çatal karam, çingenem/ Nar tanem, nur tanem, bir tanem” dizeleriyle simgeleşen Bedri Rahmi, “Sana gitme demeyeceğim./ Üşüyorsun ceketimi al./ Günün en güzel saatleri bunlar./ Yanımda kal.” dizeleriyle belleğimize kazınan Lavinia’ şairi Özdemir Asaf.
“Elbette aşk beni geçer haritayı kendi çizmiş/ Dağları iyi biliyor, nehirleri de” diyen Abdülkadir Budak... Örnekleri çoğaltmak olası. Ama hepsinin ereği aynı; aşkı yorumlamak, aşka yeni boyutlar kazandırmak...
Günümüzde aşk ne durumda? Bir göz bakışmalığı, bir sürelik konuşma, söz yoğunlaşması, küçük el dokunuşları, avuç terleri, düşler, düşünmeler, bekleyişler, arayışlar, özleyişler… Böylesi bir aşk yaşanıyor mu dersiniz?
Nerede o eski aşklar diye bir alt yazının geçtiğini düşünüyorum belleğinizden. Gene de aşkı duyumsamak, aşkı yaşamak, aşkı kavramak, aşkla bakmak, aşkla yoğunlaşmak… Neden güzel olmasın, diyorum demesine de Can Yücel diliyle aşk olsun bize, sahi aşk olsun!