"Ülke halkının kafasını karıştırıp saptırmak ve ülkenin dünyadaki itibarını düşürmek için, hiçbir kimse O'nun kadar başarılı olamamıştır."
Böyle yazıyordu ülkesindeki gazeteler... Dayanaksız iftira politikaları, Nazilerin politikasına benziyordu. Kaynattığı cadı kazanlarında birçok aydın, sanatçı ve gazetecinin gözaltına alınmasını, tutuklanmasını sağlamıştı.
Amerika'nın 1950'li yıllardaki senatörü Mc Carthy'den söz ediyorum. Güya komünistlere karşı açtığı savaşta, hükümeti etkisi altına almış, Charlie Chaplin, Orson Welles, Arthur Miller gibi sanatçıların yanında çok sayıda muhalif aydını da tutuklatmayı başarmıştı.
Aynı Nazi Almanyasında ve Faşist Mussolini İtalyasında olduğu gibi Amerika'da da tüm muhalifler mahkeme kararlarıyla evlerinden alınıyorlardı.
Sonu ne mi oldu? Tüm faşistler yöneticiler gibi sokağa bile çıkamadı. Halkın yüzüne bakamadı. Sefil bir durumda hayatını kaybetti. Nereden anımsadık Mc Carthy Amerikasını. Son dönemlerdeki uygulamalar o kadar çok benzeşiyor ki 1950'lerin Amerikasıyla. Gözaltına alınan, tutuklanan gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar... Ve nihayet milletvekilleri...
Nereye gidiyoruz? 16 Nisan şaibeli referandumundan sonra adaletin, yargının, hukukun yoğun biçimde tartışıldığı günleri yaşıyoruz hep birlikte.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi rafa kaldırılmış durumda. Artık Hakim Savcılar Kurulu tek kişi tarafından AKP Genel Başkanınca şekillendiriliyor. Ve yine AKP Genel Başkanı'nın müdahil olduğu bir davada, muhalif bir milletvekili yargılanıyor.
Hangi bağımsız yargıdan söz edeceksiniz?
Erdoğan Anayasa'nın 138 maddesini anlatıyor. 'Hiçbir organ, makam, merci ve kişi yargı yetkisinin kullanılmasında, mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez tavsiye ve telkinde bulunamaz' bendini hatırlatıyor. İyi de bunu ihlal edenler kimler?
Hakim Savcılar Kurulu'nun Başkanı Adalet Bakanı Bozdağ ise 'Türk Yargısı hiçbir zaman baskı altına alınamaz' diyor. Bakan açık-açık aklımızla alay ediyor.
CHP Genel Baskanı Kılıçdaroğlu'nun başlattığı "Adalet" yürüyüşü bugün 4. Gününde. Bu yürüyüşün bir parti yürüyüşü olmadığını, gazetecilerin, milletvekillerinin tutuklanmasını protesto yürüyüşü olmadığını, bir seçim propagandası olmadığını herkesin anlaması gerekiyor .
Adalet Yürüyüşü; her görüşten, her kesimden insanların, tüm sivil toplum örgütlerinin katılması gereken bir demokrasi yürüyüşü. Adalet Yürüyüşü; dikta eğilimlerine, faşizan baskılara karşı dik durma yürüyüşü. Adalet Yürüyüşü; özgürlüklere sahip olma yürüyüşü. İyi de sivil toplum örgütleri bu yürüyüşün neresinde? Basın örgütleri nerede? Akademisyenler nerede? Sanatçılar, sporcular nerede? Sendikalar nerede? TÜSİAD ses verdi Barolar Birliği'nden tık yok. (En azından bu yazı yazılana kadar yoktu) Gençlik Örgütleri ne yapıyor? Adalet isteyen başka siyasi parti yok mu? Yürüyüşte kısa bir süre de olsa Doğu Perinçek'in görülmesi gerekmez mi? Bu yürüyüşün siyasal bir gösteri olmadığının, çocuklarımıza, torunlarımıza, gelecek nesillere karşı bir ödev olduğunun halkımıza çok iyi anlatılması gerekiyor.
Başbakan Yıldırım aklınca nükte yapıyor; "Sıcakta yürünmez. Kılıçdaroğlu Maltepe'ye hızlı trenle gidebilir" diyor. Göremediği bir şey var. İlk genel seçimlerde, sandıktan tarihin çöplüğüne hızlı trenle gidecekler.