2022 İzmir’in kurtuluşunun; 2023 Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılıdır. İki yıl boyunca ve belirli aralıklarla, bu köşede “100. yıl yazıları” genel başlığı altında ve her birinin belli bir temaya odaklanacağı yazılar okuyacaksınız. Kitaplaştırılıp 100. yıl belleğine kazandırılmaları, sonraki iş olacaktır.
Bu yazılar, doğum tarihiyle 60 yıldır düşünmeye, yazmaya, söylemeye ve davranmaya çalışan bir yurttaşın, yaşanmışlıklarından, tanıklıklarından, geçmişe saygı-geleceğe kaygı ve sorumluluklarından beslenen değerlendirmelerini içerecek. Bilinenleri yinelememeye, “kompozisyon” yazılarla hamaset bataklığında boğulmamaya, güzelleme kolaycılığında sözünü ve duruşunu ucuzlatmamaya çalışacak. İddiam, içtenliğim ve bildiğini-düşündüğünü söyleme konusunda, kimseyle tartışmayacağım yurttaşlık hak, sorumluluk ve özgürlüğümden güç almaktadır.
Siz buna, “Sen 9 Eylül dersin iki kelime / Ben değişen yazgı anlarım / Özgürlük anlarım, bağımsızlık / Sen İzmir dersin iki hece / Ben sevinçten ağlarım" dizeleriyle başlayan “Söz Yetmez” adlı şiiri yazmanın verdiği güveni de ekleyebilirsiniz.
Bana ve benim gibi saygı ve kaygılarla yazanlara genellikle şu sorulur: Yazıyorsun da ne oluyor?
Şu oluyor: Bir gün çocuklarımız, o günlerde sen ne söyledin ya da yazdın diye sorarlarsa, karşılarına “şunları yaptım, yazdım” diyerek çıkabilmenin umudunu veriyor. Iska geçilen bir duruma da dikkat çekeyim. Yazmak, benim gibiler için aynı zamanda “eylemektir.” Çünkü beni yazar olayım diye eğiten öğretmenlerim ve ustalarım, hayata tutunma ve durma gerekçemi oluşturmuştur. Bir başka deyişle, kiminin hobisi olan yazmak, benim işimdir, mesleğimdir, ekmeğimdir. Umuyor ve diliyorum ki, herkes kendi iş alanında benzer biçimde davranır ve bu çalkantılı denizde, medar-ı maişet motorunun tasasına düşüp, kendine, kentine, ülkesine ve yeryüzüne ihanet etmez. Bu kadar açıklama yeter.
***
İlk yazıya, tema olarak “Halk”ı seçtim. Bunun önemli gerekçeleri var. Sıklıkla, ulu orta ve yanlışlıklarla kullanıldığını göreceğimiz, Nazım Hikmet’ten Cemal Süreya’ya pek çok değerin şiiri sanılıp paylaşılmasına artık hayret etmeyeceğimiz şiirimin, bence önemli dizelerinden ikisi de şudur: “Sen 9 Eylül dersin iki kelime / Ben onurlu bir halk anlarım”
“100. yıl yazıları”na başlamanın gerekçelerini anlatacağım derken, girişi hayli uzun tuttuğumun farkındayım. Köşenin geri kalan kısmının, meramımı anlatmaya yetmeyeceği de bellidir. Beis yok, bu yazılar bir toplam oluşturacağından, bir sonraki yazıda aynı temayı sürdürebilirim. Ne yapalım ki, okuma dikkati ve algılama kalitesi, insanı uzun anlatımlara sürüklüyor.
Temayı “Halk” olarak seçmemin en büyük gerekçesi, halkın “halk” olma onur ve erdemini unutması için, bilinçli ya da bilinçsiz olarak atılan adımlardır. Sözü elbette 9 Eylül 1922 ve 29 Ekim 1923’e düşüreceğim. Ama önce genel bir fotoğraf çekelim. Bir tümce var ki, nicedir her cenahta ortak bir algıya, kabule, ön koşula dönüşmüş durumda. Meali şudur: "Halk karnını doyup doymamasından başka bir şeyle ilgilenmiyor, başka bir söz işitmek istemiyor. Onun gerçeği bu. Ona göre konuşalım, eyleyelim."
Sağ için bu tümce, ideolojisinin gereğidir. Halkı, devlet-iktidar eline bakan bir kalabalığa dönüştürmek; kısık ateşte tutulan ve zaman zaman harlandırılan din-milliyet-ırk-böbür-korku-tehdit çorbasıyla oyalamak; dün bugün yarın algısını tümüyle koşullayıp, her türlü seçeneği düşmanlaştırmak. Bu ideolojinin temel refleksi budur. Bu malum. "Aç karnına mehtap seyredilmez", bu da malum. Bu bağlamda halkın konjonktürel davranma kolaycılığıyla davranmasını, yaşadığı koşullardan sıyrılma ya da hayata tutunma kaygısını, anlaşılır görenler de vardır. Bir ölçüde haklıdırlar da. Hepsi tamam. Ama bu yaklaşımlar, "Halk" tanımını unutmaktır, unutturmaya hizmet etmektir ve kitabın ortasından söyleyecek olursak, halkı küçümsemektir, aşağılamaktır, hor görmektir… Sağ böyledir de, ötekiler nicedir? Söylemiştim, köşe yetmedi. Haftaya soruya ve 1922 ile 1923’le olan ilgisine devam edeceğiz.