30 Ağustos Zafer Bayramını yurtseverler, herkese ve her şeye rağmen kutladı. Umalım ve dileyelim ki, anlamaya ve silkelenmeye de yol açmış olsun. Konuyla ilgili söylenenler ve yazılanlar bir işe yarasın. Cumhuriyet’in 100. Yılına giderken, çağdaşlığın, laikliğin, hukukun, bilimin ve sanatın ne kadar değerli, ne kadar yaşamsal öneme sahip olduğuna dair bilinç tazelenmesine yol açsın. Demokrasi, barış ve insan hakları düşmanlarının, yobazlığın, cehaletin, şiddetin yeryüzünü ne hale getirdiğini görmemize ve algılamamıza yardım etsin.
30 Ağustos’u yalnızca bir askeri başarı olarak anmak ve kutlamak, her şeyden önce bu destanı yaratan atalarımıza ve başkomutanlarına karşı haksızlıktır. Bu olağanüstü tarihsel olayı doğru değerlendirmek, “Ulusun varlığı tehlikeye düşmedikçe, savaş bir cinayettir” diyen, yeryüzüne “Yurtta Barış, Dünyada Barış” çağrısı yapan bir centilmeni anlayamamaktır. Daha ateş ve kan günleri yaşanırken, yepyeni bir ülke için ekonomiden eğitime hazırlık yapan bir düşünce ve eylem önderine saygısızlıktır. Özgürlük ve bağımsızlık belgelerimizden Lozan Antlaşmasının dağdağalı imza süreci yaşanırken, İzmir’de “Türkiye İktisat Kongresi”ni düzenleyen iradeye ve kadrosuna, zerre kadar yaklaşamamaktır.
Çünkü 30 Ağustos, ne bir fetih iştahı, ne de taçlar tahtlar hesaplaşması için randevuyla dere kenarlarında, uzak ovalarda buluşup kim kimi alt ederse gibisinden yapılan bir tükürük yarışı değildir. Nazım Hikmet’in Kuvvayı Milliye’si, olayı nasıl algılamamız konusunda da eşsiz bir örnektir.
Neden Kurtuluş Savaşı dışında kalan savaşlarımız ve kahramanlarımız, şoven ve hamasi belagat dışında, neden gereğince tartışılmaz? Bunun tarih pazarlamacılarının ve rant derleyicilerinin anlayamadığı ya da bal gibi anlasa da dilendiremediği gerçekler vardır. Biz 30 Ağustos’u başka memleketleri fethetmek için yaşamadık. Fethettiğimiz toprakları, kendi memleketimizi ve halkımızı ihmal etme pahasına savunmak için o güzel insanları toprağa vermedik. Kendi ırkımızın, payitahtın temsilciliğine savunduğu inancın ve bize ait değerlerin yeryüzüne galebe çalmasını amaçlayarak girişmedik. Bunların hepsi yaşanmıştır.
Yaşananlar ve yaşatanlar tarihtir. Bu gerçeği unutarak onlara saygısızlık yapmak ne kadar saçmaysa, bugüne o günlerin penceresinden bakmak da aynı biçimde abestir. Tarihsel olaylar ve olgular, ancak ve ancak yaşandığı tarih diliminin koşullarında tartışılabilir. Ama bütün bunlara 21. Yüzyılı yaşadığımız süreçte, üç yüz beş yüz yıl önceki gözlerle bakıyorsak, hele bir de o günlerin hayallerini kuruyorsak ve de bu cengâverlikle günümüz gerçeklerinin üstünü örtmeye çalışıyorsak, bunun adı saçmalıktır. Biz bugün emperyalizme niye karşı çıkıyor ve direniyoruz? Ne demek istediğimi merak edenler, gazetenin özel ekinde alıntılarla aktarmaya çalıştığım, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye İktisat Kongresi” açış konuşmasını da okumalıdır.
26 Ağustos’ta “Yetti gayrı” diye davranıp, 30 Ağustos’ta kazandığı zaferin imzasını atmak için “Ordular, İlk Hedefiniz Akdenizdir!” emriyle yola çıkan o güzel insanlar, 98 yıl önce İzmir’e doğru yola çıkmışlardı. 9 Eylül’de bu muhteşem olayı, yine gururla onurla anacağız. Ama 30 Ağustos’un ruhunu okuyamayanlar, tıpkı yukarıda örneklemeye çalıştığım gibi, bu mucizeyi ya aşağılayacak ya da içi boş coşmalarla taşmalarla kutladığını sanacak.
İşin özünden esasından çok, şovenizm zehriyle kendinden geçecekler, mesela karşı kıyının faşistleriyle aynı fıçıya girip, “Dünyada Barış, Yurtta Barış” duruşundan çok uzaklarda, hadisenin iki halk arasında geçtiğini zanneden saçmalık sloganları atacak. 9 Eylüller “bir daha asla” kararlılığıyla anılıp, bir daha yaşanmaması için tüm insanlığa bir çağrıya dönüşmek zorundadır. Aksine söylenecek her söz, gösterilecek her tavır, emperyalizm ile işbirlikçilerinden başka kimsenin işine yaramayacaktır, Ben “Söz Yetmez” şiirimi işte bu duygularla yazdım. Bu da meraklısına bir not olsun.
Peki, İzmir, 98 yıl sonra nicedir, ne yapılmalıdır? Gelin onu da haftaya konuşalım.