Bir yandan taşınma ve yerleşme yorgunluğu, bir yandan zamanla yarışmayı gerektiren işler derken, günler tükeniveriyor. Ben yazılarımı genellikle Perşembe günleri öğleye doğru yazıp gazeteye gönderiyorum ve şu an ben bunları yazarken, güneş tam tepemde, bulutları sıyırıp “haydi!” diyor. Yazısız olmaz, mazeret bildirip sıyrılmak yakışmaz. Hele ki üç hafta önce, köşeyi boş bırakmanın sıkıntısı hala sıcaklığını koruyorsa!

Haftalık yazmanın en önemli sorunu, günceli kaçırmaktır. Çünkü hikmetinden sual olmaz memlekette, bırakın haftayı, gün de gündem de, mevzu da, eşhas da saatte bir değişmektedir. Normal ve malum bir memlekette asla ve kat’a rastlanmayacak bu garabet, elbette bilinçli bir politikanın, taktiğin, kurnazlığın eseridir.

Yoksa zekasını, algısını, mantığını, istikrarını, sistem kolonlarını, bireysel-toplumsal ya da özel-kamusal normlarını koruyan hiçbir memlekette, mesela onlarca kişinin kavrula boğula öldürüldüğü bir otel cinayeti üç günde unutulup, bilmem kimin kiminle ne halt ettiği konuşulmaz. Bu esasında, bir sistemin ve sorumlularının suçları, ayıpları, utançları, daha beterleriyle unutturma, geçiştirme ve nihayet bizim başımıza gelmediği için şükrettirme oyunudur. Bizzat kaynağı, yaratıcısı, sorumlusu olduğu cümle sorunun, kendisinden başka kimsenin çözemeyeceğine ahaliyi inandırmak ise en büyük başarılarından biridir. Son çeyrek yılında, tüm mekanizması ve enstrümanı ile bir ülkeyi yönetirken, tüm sorunların, yaşanan tüm tuhaflığın, eşitsizliğin, adaletsizliğin, cahilleşmenin, yoksullaşmanın, kültürel ve sanat deformasyonun, taşıyıcı kolonların çürümeye yüz tutmasının tüm faturasını 102 yıllık geçmişin 20 yılına yüklemek (geriye kalan 50 küsur yılın iktidar sahipleri en azından “akraba ideolojilere” sahiptir ve bugünküler bal gibi bilirler ki, onların eserleri ve takipçileridir) ve buna inandırıp, alternatif olarak yine kendini göstermek, herkesin yapabileceği bir şey değildir.

Bu saptamaların kentler ve o kentleri yerelde yönetenler, kurumlar, “demokratik kitle örgütü” kimlik ve duruşundan utanç verici biçimde vaz geçip “sivil toplum şeyi”ne dönüşen toplaşmalar ve başlarında 50 yıl ömür geçirenler için de geçerli olduğunu, bilmem söylemeye gerek var mıdır?

Bu saptamaların yalnızca bizim gibi memleket ve kentlere özgü olmadığını, “küresel bir rezilliğe” dönüştüğünü söylemeye, neden yıllardır yaşadığımız çağı “Neo-Ortaçağ” diye nitelediğimizi açıklamaya gerek var mı? Küresel Ortaçağ’ın günümüzdeki patronu Trump’a, reisliğinde oluşturulan koalisyona, oyuncularına, kuklalarına, oynatıcılarına iyi bakın. Neden düşmansız yaşayamıyorlar, neden ağızlarından din, milliyet, köken falan hiç düşmüyor, neden yüksek bir şiddet, kibir, küstahlık ve ukalalık dili kullanıyorlar? Şovenizmin, emperyalist azgınlığın, kapitalizmden medet ummanın, savaştan ve yok etmekten başka bir çare bulamayan biçare muktedirlerin ziyafet sofrasında oturan bu tiplerin insafına bırakılmış bir dünyadır gezegenimiz. Artık hiçbir inandırıcılığı kalmamış BM gibi podyumlarda, medyanın yalan ve alçak spotlarının aydınlığında boy gösterenlerin sarmaş dolaş verdikleri pozlara bakın. İşte o soytarılıklar ile halkların birbirlerini boğazlamasına çanak tutmaları, korkunç biçimde silahlanmaları, şiddet pazarlamacısı olarak dolaşırlarken felsefeyi, bilimi ve sanatı çöpe atmaya kalkışmaları, cehaletin ve ilkelliğin şampiyonluğuna soyunmaları arasındaki farkı görmekle başlayacak dünyanın kurtuluşu.

Biz bunu geçmişte başarmış harika bir dünyanın, tahtları, taçları, faşizmi, yobazlığı çöpe atmış büyük insanlığın çocuklarıyız.

Bunu bilmek, cümle yorgunluğu, bıkkınlığı, kafa karışıklığını, umutsuzluğu yok etmenin birinci adımıdır. Herkese ve her şeye rağmen 2025 dünyasını ve ülkesini yaşamamızı sağlayanların, on binlerce yıllık tarihin sokaklarına bıraktıkları ayak seslerini dinlemek. Yeryüzünün de, ülkelerin de, kentlerin de, halkların da yapacağı ilk iş, o seslere kulak vermektir. Yeter ki kendinden, kentinden, memleketinden ve de yeryüzünden umudunu kesmiş umudunu kesmiş zavallı bir organizma ya da baştan ayağı satılık bir rezil olmayalım.