Havaya, suya, toprağa düşer. Arapça kökenli olduğu söylenir ve anlamı kor halinde ateş demektir. Yedişer gün arayla, sıcaklığın yükselişini anlatır. Kültürlere ve inançlara göre değişen ama hepsinde ortak noktalar bulunan söylencelerde, insanın doğayı anlamaya, saygı göstermeye ve uyum sağlamaya yönelik çabasını okuruz. Kiminde cindir, kiminde buhardır. Kimine göre temizliğe, arınmaya işaret eder. Kiminde baharı müjdeler, 21 Mart’ta yaşanacak olan Nevruza doğru bir yolculuktur. Nevruz, halkların binlerce yıllık birikim ve deneyimleriyle yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul ettikleri, kendilerince kutladıkları bir şenliktir. Uzatmayalım, başta “yaşam” dediğimiz olağanüstü armağanı sunan doğa, bizim için elinden geleni yaparken, insanın-insanlığın hali nicedir?
Her şeyin kendisi için olduğuna ve hepsine dair sonsuz egemenlik hakkı olduğuna inanan-inandırılan insanlık, anlamanın, saygının ve uyumun güzelliğinden kaçmanın bedelini ödeye ödeye bugünlere geldi. Bu kibir ve şımarıklıkla, üstünde yaşanacak tek gezegeni, hem kendisi hem de doğa için cehenneme çevirmekten utanmadı. Oysa hala bir ateş topunun üstünde yaşıyor. Kaslarını kemiklerini yerleştirmeyi henüz tamamlamayan –belki de tamamladığında, her canlı gibi ölecek olan- yeryüzünün yaptıkları ve yapacakları karşısında, ne kadar küçük olduğunu göremiyor. Uygarlık dediğimiz şeyin, uyuma, sunulan güzellikle doğru ve tutarlı biçimde kullanmaya, nihayet onu sömürmekle, hor kullanmakla, inatlaşmakla değil, doğaya ve insanlığa bilimle, sanatla, düşünceyle katkıda bulunmaya bağlı olduğunu göremiyor. Dahası bunu görüp, ömürlerini seve seve bu uğurda tüketip, ürettikleriyle insanlığı bugünlere getirenleri ve sonrasına dair düşünce ve öngörü sunanları anlamıyor.
Üretmektense tüketmeyi, bölüşmektense sahiplenmeyi, anlamaktansa önyargıya sığınıp savunmayı, çeşitlilikten şenlik yaratmaktansa ötekileştirmeyi, düşmanlığı ve şiddeti seçmenin sonucudur bu. Ama işte bir deprem, bir virüs, bir kasırgayla doğa kendini anımsatıyor, “Siz kardeşsiniz!” der gibi çığlık atıp, insanlığı kendine getirmeye çalışıyor.
İşte yine doğanın şaşmaz saati, cemrelerini düşürüp, “Kışın sonu bahardır” türkülerinin boşuna olmadığını gösteriyor. Cemreler, doğanın insanlığa kim bilir kaçıncı “bahar temizliği” çağrısıdır.
İnsanların yersiz yurtsuz, ne yapacaklarını bilemeden bir oraya bir buraya savrulmalarının üstüne düşüyor cemreler Kıyılara vuran çocuk ölülerinin üstüne düşüyor. Önde resmi araba, arkada ambulans, kara haberlerin verileceği sokakların, kerpiç evlerin üstüne düşüyor. Tecavüzün, cinayetin, bunları sıradan vakalar gibi algılayıp, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen ahlaksızlığın üstüne düşüyor. Düşüncelerinden, yazıp söylediklerinden dolayı insanların kapatıldıkları kalın duvarların üstüne düşüyor. Işıklı sentetik salonlarda söylenen iri lafların, gazetelerdeki yalanların, ekranlardaki pervasızlıkların üstüne düşüyor. Irkçılığın, ayrımcılığın, bağnazlıkların, gericiliğin, kandan ve kinden başka çaresi olmayan insanlık suçlarının üstüne düşüyor cemreler. İnsanlığın uğruna binlerce bedel ödediği demokrasinin, evrensel değerlerin, etik ve vicdanın çiğnendiği coğrafyalara düşüyor. Çıldırmış zamanların, kirli takvimlerin, duyarsızlıkların, cehaletin ve ruhsuzluğun üstüne düşüyor.
O bahar temizliğini yapmadıkça, cemreler bu yangınlardan ve yıkımlardan yol bulup, insanlığa nasıl düşebilir? O patlamaya durmuş dallara, çiçeklenmiş ağaçlara, gerinen kediye köpeğe, her yeni gün biraz daha parlak doğan güneşe ve yıldız dansına durmuş gecelere bakarken, doğanın en kötü öğrencisi insana neler fısıldadığına kulak veremiyorsak, kaç cemre ve kaç takvim?
Biliyorum, bu satırları “romantik”, “ütopik” diye niteleyenler, “ama”lı “ancak”lı tümceler kuranlar olacaktır. Neyleyim ki, Bademler’de bunları yazarken pencereden giren rüzgâr öyle söylemiyor. Havaya, suya, toprağa düştüler. Şimdi cemreler, insanı arıyor. Yorulmasınlar, hep birlikte “Buradayız!” diyebilmeliyiz. Mutlaka diyeceğiz.
Haydi, biraz cesaret…