700…
Çocuksunuz, fuardasınız. Renkler, ışıklar, sesler içindesiniz. Bir çocuğu büyüleyecek, her şeyi unutmasını sağlayacak, kışkırtacak ne varsa, işte o masal dünyasında. Bir şey dikkatinizi dağıtıyor, öylece kalakalıyorsunuz, peşinden gidiyorsunuz belki. Sonra bir şeylerin ters gittiğini anlıyorsunuz, çevrenize bakınıyorsunuz: anneniz babanız ya da sizi fuara kim getirmişse, onlar yoklar! Kayboldunuz!
Bir anne baba ya da yetişkin olarak, fuardasınız. Çocuğunuzla ya da size emanet edilmiş bir çocukla, hayattan birkaç saat çalmak için gelmişsiniz. Renkler, ışıklar, sesler, kalabalık içindesiniz. Dikkatiniz dağılıyor, belki dondurmadan bir parça ısırmak, belki cebinizden para çıkarmak için elini bırakıyorsunuz. Aradan birkaç dakika geçiyor. Sonra birden fark ediyorsunuz, aklınıza gelmeyen başınıza geliyor. Çocuğunuz yok! Kaybettiniz!
O kavuşma anına kadar neler yaşayabileceğinizi düşünün. Dehşet, üzüntü, öfke, kaygı, merak ve her şeyin tepe taklak olduğuna dair o berbat duygular üstünüze yağıyor. Fuar hoparlörlerinden çocuğunuzun adını söylüyorlar. Üstünde başında ne var, saçı gözü ne renk, hepsini sormuşlardı az önce. Her telsiz cızırtısında yüreğiniz hopluyor. Her kapı açıldığında ayağa fırlıyorsunuz. Sonra birden kapı açılıyor, çocuğunuz bir polisin eşliğinde içeri giriyor. Ya da siz, sizi bulan bir polisin ya da bir iyilikseverin eşliğinde, 'Kayıp Bürosu'ndan giriyorsunuz. Kapı açılıyor, işte oradalar! Anneniz babanız ya da sizi fuara getiren yetişkin, yani siz bulunana kadar, buna binlerce kez pişman olan o her kimse, koşarak size sarılıyor. Buldunuz ya da bulundunuz işte! Şimdi eve dönebilirsiniz ve içinizden şunu söyleyebilirsiniz: “Benim yaşadıklarımı, kimse yaşamasın. Benim başıma gelenler, kimsenin başına gelmesin.”
Size “mutlu son”la biten bir “fuarda kaybolma öyküsü” anlattım. İzmir’de yaşayan ve yolu fuara yolu düşen herkes, buna benzer bir öyküyü mutlaka yaşamış, tanık olmuş ya da işitmiştir. Bu öyküyü boşuna anlatmadım.
Okuduğunuz bu öykünün benzerleri, kimileri için bitmeyen, nasıl biteceği belli olmayan öykülerdir. “Acı ya da mutlu artık bitsin” diye beklenen ve kaybolanın-kaybedilenin ne olduğuna dair korkunç bir bilinmezlik olarak yaşanmaktadır. Fuarda, panayırda değil, her biri bir adressizliğe sahiptir. O öyküler 700 haftadır, bu ülkenin en büyük kentinin en yoğun bölgesinde, İstanbul’da Galatasaray Lisesi önündeki küçük meydanda yaşanmaktadır. Yürek ağrısı bir öyküler demeti olarak yaşanan bu “gerçeklikten” habersizseniz, haberiniz var da etkilenmiyorsanız, etkileniyor da “Neredeler?” diye en azından merak etmiyorsanız, yazının sonrasını okumanıza gerek yok. Çünkü aramızda ciddi ve aşılamaz bir sorun var demektir: “insanlık!” Bu yazıyı bir gün önceden yazıyorum. Yarın onlar 700. kez buluşacaklar, siz hiç olmazsa kalbinizle, duyarlığınızla, insanlığınızla nerede olacaksınız?
“Yollarda”dan “Memleket Hikâyeleri”ne, birçok oyununda onlara dokunmaya, onları anlatan durum ve ilişkilere yer vermeye çalışan bir yazar olarak, söylemeye çalıştıklarımı özetlemek isterim.
Devlet bu soruna dair somut ve yoğun adımlar atarak, niteliğini ve kararlılığını göstermek zorundadır. Bu konuda ihmali, dahli ve rolü ne olursa olsun her insanlık suçlusu, adı, görevi, makamı, suç tarihi gözetilmeksizin, bu yürek acısına dair araştırılmalı ve hesap vermelidir. “O görüşten, bu görüşten” ya da “Kim bilir ne yaptı da, bunu hak etti!” gibisinden ilkel ve vandal yaklaşımların birer “nefret suçu” olduğu kamuya iyice anlatılmalı ve yaptırımlar ödünsüz biçimde uygulanmalıdır. Bu insanlık dramının çözülmesi, her türlü politik tavrın, siyasi tercihin üstünde bir yaklaşımla mümkündür. Gerekleri yapılmadığı sürece, bu dram her açıdan suistimale ve kullanıma açık olacaktır. Kimileri bu durumdan niyetleri için propaganda, kimileri de suçtan aklanmak için haklılık malzemesi üretmeyi sürdürecektir. 700 haftadır yakınlarına dair ses bekleyenlerin sorusu, yalın ve nettir: “Onlar nerede?” Soru yanıt bekliyor. Bu yara, hepimiz adına kanıyor.