Bize de tarihin bu sayfalarını böyle yaşamak düştü! Ancak bir kere dahil olabildiğimiz yaşamın ve yaşanacak tek gezegen olan dünyanın, bunca keder, sıkıntı ve gerçekten çok sıkıcı tiplerin işgalinde çarçur edilmesi ne hazin! Milada göre 2020 yıl, yaşamın filizlenmesinin üstünden milyonlarca yıl geçtikten sonra, böyle bir zaman diliminin yüküyle ömür tüketmek… İşte bunu düşünmek hazinden beter!
Oysa bizim için ne hazırlıklar yapılmış, biz bir daha yaşamayalım diye ne acılar çekilmiş, ne kan dökülmüş, ne ömürler uğrumuza dirsek çürütüp, insanlığımızı onurlandırmak ve deniz fenerlerine dönüşmek için üretip, bedel ödemişti. Cehaleti, ahlaksızlığı, yobazlığı, sömürüyü, savaşı gömmek için yaşanan onurlu tarih sayfalarından, bütün bu pislikleri hortlatmak için her haltı işleyenlerin ve ne yazık ki başaran haydutların tepindiği yeryüzüne! Vah bize!
O güzel insanların harfle, notayla, boyayla, taşla çamurla, insanın en güzel yanı olan sanatın bin bir yöntemiyle, düşüncenin onur çiçekleriyle ortaya koyduğu değerlerle, günümüzün sığlık, saçmalık ve ucuzluklarıyla bir oranlama yapmaya, malumatfuruşluk taslamaya gerek yok. Ama yaşamın da, sanatın da, insanca davranmanın da kökenini “ilkel insan”da arayanlara hak vermemek elde değil. Siz o ilkellere kurban olun diye haykırmamak, o uygarlığınızı, dünyayı biçimlemek adına dayattığınız inançları, sistemleri, yasaları ve kuklalarınızı alın da diye başlayan tümceleri, cümle sokaklara, duvarlara yazmamak elde değil. Saflığı, uyumu, önyargısızlığı, dışındakilere saygıyı, yaşamı karşılıklı onurlandırmayı “ilkellik” diye tanımlama küstahlığıyla başladı belki de her şey! Onlar ilkelse, biz neyiz?
Doğa iç geçirip, zaman zaman kendini depremle, selle, tsunamiyle anımsatırken, dünya topyekûn Pompei’ye dönüşmek, cafcaflı teknoloji perdesi arkasında en rezil yaşam tercihlerini pervasızca sürdürmek aymazlığında. Küresel bir salgın felaketini, marketten sekiz paket makarnayla göğüsleyeceğini sanan dangalakla, bu vahametten reklam, oy, bin kötücül rant derlemeye çalışan cingözü buluşturan, işte bu aymazlık değil de nedir? Elini yıka, insanın suratına öksürme, yapış yapış sarılıp öpüşme, odun gibi kafa tokuşturma, insan gibi ye iç davran uyarılarını, ilk kez işitmiş gibi ezberlemeye, ezberletmeye çalışan uygar da; suya toprağa hayvana saygıyla davranan, haydi şimdi taptığın o parayla tıkın diyen mi ilkel? “Önce inenler” uyarısını bin kere dinlemesine rağmen, hala ruh hastası gibi metro kapısına yüklenen, uyarıldığında gözlerine bir katil bakışı yerleşen o yaratıklara, bütün bunlar nasıl anlatılabilir mesela?
O virüs, o mikrop nicedir var. O deprem kaç zamandır yaşamın ta içinde. O tsinamu yüzünden kaç kadın öldürüldü, kaç çocuk tecavüze uğradı. Nice ölümcül salgın yüzünden, ülkeler mahvoluyor, silahlar o ülkeye bu ülkeye makul biçimde satılıyor, halklar oradan buraya sürülüp katlediliyor. İnsan insan kurdudur demiş Thomas Hubbes. Muhteremi güncelleyelim: insan insanın mikrobudur! Çünkü aynen söylemeye çalıştığı gibi, insan doğal bir kaos imgesidir. Bu imge kürsüde, minberde, günah çıkarma kulübesinde, ağlama duvarında, gazetede, ekranda, sanatta, bilimde, hukukta, karanlığını ışıklarla saklayan kulelerde, saraylarda, kâşanelerdedir. Bu imge, bin çaresizliğinden bu tiplerin peşinden sürüklenerek kurtulacağını sanan gecekondulardır, çadırlardır, cehaleti kışkırtılan kitlelerdir, tanımlayamadığı öfkelerle katletmeyi düşündüklerine diş bileyendir, üç kuruşu asla tanışmadığı, tanışmak için kılını kıpırdatmadığı uygarlığa yeğleyen zavallılıktır. Bu imge, insanlığın devasa mirasının üstüne oturduğunu bile bilemeyen insanın, vicdansızlığı, korkaklığı, neden sevdiğini, neden seviştiğini, neden savunduğunu, neden reddettiğini düşünemeyen korkunç kederi, yabancılığı, ahlaksızlığı, vicdansızlığıdır.
Bunları dillendirmek, bu hercümerç içinde bir yalnızlığı peşinen kabul etmektir. Yalnızlık iyidir, düşündürür, üretir. Berbat olan kimsesizliktir. Bu ülke ve yeryüzü, kimsesiz bırakmayacak kadar değerlidir. İnsanın ve insanlığın gerçek sınavı, bunları bilmekten başlar.