Gökyüzünü kara bulutlar sarmış. İstanbul 'da Karaköy açıklarında demirlemiş derme-çatma bir gemi, çalkantılı denizde yolcularını beklemekte. 48 yolcu gruplar halinde rıhtımdan motorlarla gemiye geçiyorlar.
Kimler yok ki?
Bandırma gemisinin yolcuları arasında; Albay Kazım (Dirik), Albay İbrahim Tahir (Öngören), Binbaşı Hüsrev (Gerede), Topçu Müfettişi Binbaşı Kemal (Doğan ), Binbaşı Refik (Saydam) ve diğerleriyle toplam 23 karargah mensubu subay... Gemide ayrıca 25 de er ve erbaş bulunuyor.
Ve liderleri Mustafa Kemal Paşa. Yolcu listesini Paşa hazırlamış ve Osmanlı Savaş Bakanlığına onaylatmış. Paşa'nın resmi görevi 9. Ordu Müfettişliği. Samsun'a giderek asayişi sağlayacak. Ancak Mustafa Kemal'in kafasında bambaşka düşünceler, çok farklı planlar var. O, bu yolculuğun ‘Kurtuluş Destanı'nın ilk satırlarını oluşturacağını, bağımsızlık mücadelesinin başlangıcı olacağını çok iyi biliyor.
Osmanlı'nın kapkara günleri. Dünya savaşından yenik çıkmışız. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra yaklaşık altı ay geçmiş. Ordu terhis edilmiş, İtilaf devletleri demiryollarını, denizyollarını denetim altına almışlar. Ayrıca lüzum gördükleri yerleri işgal etme yetkileri var. Son olarak Yunan ordusu İzmir'e çıkmış. Yorgun ve yoksul halk, perişan. Toplumda tek egemen duygu karamsarlık, yılgınlık, umutsuzluk...
İşte böyle bir ortamda Anadolu'ya hareket ediyor Mustafa Kemal Paşa ve O'nun idealist, inançlı arkadaşları. Paşa görev almak için gittiği Savaş Bakanlığı’ndan çıkarken duygularını yıllar sonra şöyle açıklıyor;
''Talih bana öyle uygun koşullar hazırlamış ki, Bakanlıktan çıkarken duyduğum coşkudan dudaklarımı ısırdığımı anımsıyorum. Kafesi açılmış, önünde geniş bir evren, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.''
Gemi hareketten önce İtilaf güçlerince denetlenir, aranır. Şöyle der Paşa silah arkadaşlarına;
''Ne ahmaklık! Silahla cephane arıyorlar. Bizse kafamızla inancımızı götürüyoruz.’’
Mustafa Kemal bu duygular içinde Samsun'a hareket eder. Bandırma gemisi üç gün dalgalarla boğuşur. İngiliz torpidolarınca batırılma tehdidi altındadır.
Paşa için bunların hiçbir önemi yoktur. O, ülkeyi düşman çizmesinden kurtarma yolunda umut ve inancını hiç yitirmemiştir. 4 Şubat 1919 tarihinde İstanbul'da Anafartalar Kahramanı olarak Alemdar Gazetesi yazarlarından Refii Cevat Ulunay'a verdiği bir röportajda şöyle der;
''Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkansız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün herhangi bir teşkilat Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.’’
Ulunay yerinden fırlar;
''Nasıl olur Paşam? Milli direniş güzel. Ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.''
Paşa mavi gözlerini pencereden dışarıya çevirir, sakin sakin yanıtlar;
''Öyle görünür Refii Cevat bey öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.''
İşte böyle bir inanç ve umutla Samsun'a çıkmıştı büyük Önder, halkın büyük bir yılgınlık, karamsarlık ve umutsuzluk sarmalında savrulduğu günlerde.
İki gün sonra Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlayacağız. Ondan 10 gün sonra da bir demokrasi şöleni yaşamamız gerekiyor. Umutlarımızı hiç yitirmeden, inançla, kararlılıkla Türkiye'nin 13. cumhurbaşkanını seçeceğiz. İktidarın sınırsız devlet gücünü kullanmasına, algı operasyonlarına, trollerine, yandaş basın ordusunun yalan ve iftiralarına, sokak kabadayılarının tehditlerine karşın, inançla, azimle, 14 Mayıs'taki küskün seçmenleri sandığa götürerek, başka adaylara oy verenleri ikna ederek, geçersiz oyları en aza indirgeyerek, yeniden sandıklara sahip çıkarak Ata'nın dediği gibi 'Çölden hayat çıkarabiliriz.'
Her şeye karşın umut ve inancın yitirilmemesi gerekiyor. Yılgınlığa yer yok. Victor Hugo'yu hatırlayalım; ''Gecenin en karanlık anı şafağa en yakın andır.''