Demokrasinin kural, koşul ve ekosistem kantarında hayli tartışılacak bir seçim süreci, ibretler yelpazesi halinde yaşanıyor. Basının kamusal sorumluluğundan yandaşlığın sıradanlığına geçen matbuatımız, kuşkusuz bu yelpazenin püskülünü oluşturuyor. Yalanlar, demagojiler, çarpıtmalar, tehditler ve elbette şiddet dili, yerel seçimlerde yerelin dışında her şeyin konuşulmasına neden oluyor. Bütün bu kaba ve hoyrat söylemler, demokrasi tarihinin çelebilikten ironiye, incelikten zekâya hayranlığa uzanan sayfalarında yer almayacak, orası kesin. Öte yandan, yerel yönetim anlayışında, gösterilen adaylarda ya da vaatlerde kadın, genç, işçi, sanat eylemcisi kesimler, her zamankinden daha az yer alıyor. Hal böyle olunca da, özellikle dünya görüşlerinde onlara ve işaret ettikleri değerlere karşı duruşu belli olanlar, hadiseyi ya uçuk kaçık projemsilerle ya da sorumsuzluk batağında hamasi nutuklarla boğuyor. Bu ahval karşısında, bu bir yerel seçim değil, bir ülkenin bundan sonrasını belirleyecek önemli bir kavşaktır dediğimizde de, siyaset yapma deniyor. Özellikle iktidar ve koalisyon ortağının bu tavrı, yerel seçimlerde nasıl sonuçlar verecek, o da 1 Nisan sabahına kalıyor.
Haftalardır konuya dair yorumlarımızı yazıyoruz. Bunu yaparken kerterizimiz elbette sanat ve kültür olmuştur. Örneğin, hemen her adayın ağzından “kültür merkezi yapacağım” kelamı çıkıyor. Kulağa hoş gelen, ama içinin neyle doldurulacağını ve nasıl işletileceğini söylemedikçe, laf ola beri geleden öteye bir anlam taşımayan bir sözdür. Çünkü vaadin dünya görüşü ile hayata ve sanata bakışla anlam kazanacağı ya bilinmiyor ya da bilinçli olarak buharlaştırılıyor. İşte bu da kültür algısının bir itirafı oluyor. Söz gelimi adayı olduğu partinin, on beş on altı yıldır tam da “dünyada mekân, ahrette iman” mantığıyla sıraladığı Toki tek tip mahalle ya da siteleri içinde, kaç tiyatro, sinema, kütüphane, müze mekânına yer verildiğini sorsak, sayın adaylar ne yanıt verirler acaba? Ya da bu dünya görüşünün egemenliğindeki genel ya da yerel yönetim iktidarı süresince, ulusal ve ulusal düzeyde hangi sanatsal atılımların yapıldığı, ülkenin yurt dışında görünürlüğü sağlayacak ve farkındalığını sunacak ne gibi işlerin başarıldığı sorulsa, makul ve kabul edilebilir bir yanıt alınabilir mi?
Hayır, acımasız davranmıyor, kaba genellemelere sığınmıyoruz. Kuşkusuz her biri sanatsal amaca uygunluk, mimari yetkinlik ve kentsel estetik adına büyük tartışmalar yaratsa da, birçok kültür ve sanat binası yapıldığı söylenebilir. Ama soru şudur: oralarda ne yapılıyor? Hele bir de “çok amaçlı” deyip kestirilip atılan binalar var ki, her iş için düşünülüp hiçbir işe yaramayan o binalara değinmek bile gereksiz. Şimdi bu fotoğraf karşımızda dururken, “Yerel kültür ve sanat politikaları, yerel-kentsel-bölgesel-ulusal-evrensel bir diyalektik ve silsile bütünü gözetilerek oluşturulmalıdır” demek, karşımızdaki zihniyet nezdinde bir anlam taşıyabilir mi? Hadi “muhafazakarlığın” olumsuz ve sevimsiz içeriğini bir yana bırakalım, şunca yıldır nerede hangi değer muhafaza edilip, örneğin hangi etnografik envanter çalışması yapıldı, halk kültürü hangi boyutlarla irdelenip güncelleştirme ve geliştirme stratejisiyle buluşturuldu diye sorsak, doyurucu ve ikna edici bir yanıt alabilir miyiz? Sanmıyorum. Çünkü tüm ağırlığıyla hayata yön ve ülkeye gelecek biçmeye çalışan zihniyet “muhafazakârlığı”, var olan değerleri koruma, geliştirme ve yüreklendirmeden çok, dünya görüşünü tümüyle egemen kılmak adına tanımlamakta, dayatmakta ve mevzi kazanmaya çalışmaktadır. Sürekli geçmişle bir didişme ve yapılanları hedef gösterme çabasında olan, tarihi sıfırlamanın ve kendince bir milat yaratmanın peşine düşen bir zihniyetin, kültür ve sanattaki durumu da elbette farklı olamazdı ve olmuyor.
Bunların hayatta bir karşılığı olur mu, onu zaman gösterecek. Ama bir ülkenin bugünü, yarını ve geleceği adına bu kadar zaman savurganı olma hakkı olmamalıdır. Yaratılan boşluğu kimlerin doldurduğu, yaşanan kaosun kimlerin işine yaradığı bu kadar açıkken, demokrasinin şöyle ya da böyle sunduğu her fırsat, değerli bir olanaktır. Umalım ki, “oy vermeyeceğim” demeyi bir haslet sanıp hava atanlar, meseleyi biraz da bu açıdan düşünürler.