Bilgisunar (internet) üzerinden gazetelere bakıyorum arada; ne ki gazeteyi mürekkep kokusunu duyarak, sayfaları çevirerek, katlayarak haberleri, köşe yazılarını, yorumları okumak önemlidir benim için.
Günümüzde nitelikli, içeriği varsıl, yazarları saygın, haberleri güvenilir yayın yapan gazete sayısının azaldığını görmek üzüyor insanı.
Bu bağlamda gazetecilerin baskı altında tutulmalarını, gözaltına alınmalarını, tutuklanmalarını, hapsedilmelerini de içime sindiremiyorum; içim acıyor, yüreğim burkuluyor. Şairin, yazarın, gazetecinin, bilim, kültür, aydınlanma sevdalısı insanların, barışçıl duyarlığın izinde gidenlerin özgür düşüncelerini yaşama geçirmelerini önemserim.
Gazeteler üzerine, gazeteciler üzerine yazılacak çok şey var. Nicesi yazıldı, yazılıyor, yazılacak da...
Söz gazetelere gelmişken 9 Eylül’ün köşe yazarı dostlara bir ses etmeden geçmek istemem.
Pazar günleri beş yazarı birden köşelerinde ağırlıyor 9 Eylül Gazetesi. İkinci sayfanın baş konuğu sevgili Şadan Gökovalı. Dili, sesi, anlatımı, söylemiyle şiire, söylenceye, anılara götürüyor bizi. TRT kökenli Şadan öğretmeni izlemek bir başka güzel. Yazılarını her hafta merakla bekliyorum.
Orhan Baykal… TRT İzmir Haber’den arkadaşım, dostum, müdürüm, yazı yoldaşım… Çarşamba günleri gazetenin ayrı ayrı sayfalarında, ayrı köşelerdeyiz, ama dostluğun içindeyiz. Orhan’ın yazılarını merakla bekliyorum çarşamba ve pazar günleri; ilgiyle, beğeniyle okuyorum. Suya da sabuna da dokunuyor; tadıyla, kararıyla, aklıyla, bilgisi ve birikimiyle, deneyimiyle.
Bir başka TRT kökenli Cengiz Güven… O da yıllarca aynı kurumda birlikte görev aldığımız, haber peşinde koştuğumuz, müdürlüğümüzü yapan bir dostum, arkadaşım. Arada geçmiş TRT anılarını da paylaşınca tanış dostları,olayları yaşıyorum ben de.
Atilla Köprülüoğlu… Sanırım 30 yılı aşmıştır tanışlığımız, dostluğumuz. Atilla da 9 Eylül’de ilgiyle okuduğum bir yazar dost. Şiire, sanata, yazına değgin yazılarıyla da ilgimi çekiyor.
Dostum, hemşerim Okan Yüksel’i okurken de sanki o şiir yüklü, gür sesini duyumsuyorum.
Hafta içi 9 Eylül sayfalarında Haluk Işık’ı, Tayfur Göçmenoğlu’nu, Murat Attila’yı, Serdar Öztürk’ü, Ülgen Zeki Ok’u, Nüvit Tokdemir’i, Ünal Tümin’i, Ahmet Kadıbeşegil’i ve diğer yazar dostları okumak, yazılarını paylaşmak da farklı duygular yaşatıyor bana.
Geçtiğimiz hafta Birgün’de (19 Temmuz) yazar dostum Bahri Karaduman’ın öykü ve roman yazarı Gönül Çatalcalı’yla “Eşiktekiler” romanı üzerine yaptığı söyleşiyi de beğeniyle okudum.
Eşiktekiler romanını yeni bitirmiştim.
1950-1960 arası çok partili yaşamın ilk eşiği. Vatan cephesi, Tahkikat Komisyonu, 6-7 Eylül olayları, ağalar-şeyhler egemenliği, halkçı-demokrat ayrışması, kıyımlar, yıkımlar… O dönemi çocuk yıllarımda uzak bir kasabada yaşadım.
Eşiktekiler’i okurken, o günleri yeniden andım, çocuk belleğimde kalanlarla; ama en çok İstanbul’dan bir Ege kasabasına gelen Doktor Nusret ve Sara’nın bu süreçte yaşadıkları aşkı, serüvenleri, ayrılıkları, özlemleri umut, hüzün arası gidiş gelişlerle izledim. Romanın son bölümünde ikinci kuşaktan anlatımla çözülen gizlerin sarsıntısını da duyumsayarak.
Bahri Karaduman’ın ‘eşik’ metaforuyla ilgili sorusuna Çatalcalı’nın yanıtı da ilginç: “Eşik metaforu çok kullanılmış ama yıpranmamış bir metafor. Araf’ta olma, kıyıda durma gibi kavramları da içeriyor. Eşikte olmak, bir sınıra gelip orada durmak ve beklemek hali. Psikolojik nedenlerle insanların gözlerinde büyüttükleri aşılması güç olan noktalar, kendi kurdukları zihinsel bariyerler… Romanda bazı kahramanların durdukları veya kişisel çabalarıyla atladıkları eşikler var. Ama öyle bir eşik var ki orada herkes beklemede. O da suskunluk eşiği.”
Suskunluk eşiği… Bu eşikte uzun kalınır mı?!