İnternet bilgi depolarına göre ilk gazete M.Ö. 59’da Antik Roma’da “Acta Diuma” (Günlük Olaylar) adıyla yayınlandı. Bildiğimiz türden gazetenin ise 1605’te Johann Carolus tarafından “Relation” (İlgi - İlişki) adıyla yayınlandığı söylenir. Bizdeki ilk gazete ise 1831’de “Takvim-i Vekayi” adıyla yayın hayatına başlamıştır. Cumhuriyet Döneminin ilk resmi gazetesi “Ceride-i Resmiye”dir ve başlangıcı 7 Şubat 1921’dir. Kurtuluş ve Kuruluş Mücadelemiz, Cumhuriyet Gazetesi gibi yurtsever yayınlardan güç almış, gazete olarak adlandırılan ihanet paçavralarına karşı da mücadele verilmiştir. İlk basın şehidimiz, iktidara karşı muhalif duruşunun bedelini 1909’da Galata Köprüsünde kurşunlanarak ödeyen Hasan Fehmi’dir ki, onu Hasan Tahsin’den Uğur Mumcu’ya, Abdi İpekçi’den Metin Göktepe’ye nice unutulmaz basın emekçisi izlemiştir. Ülkemiz, basın emekçilerinin tutuklanması, öldürülmesi, engellenmesi gibi olumsuzluklar açısından da dünya liglerinin üst sıralarındadır. Siz çok daha geniş bilgiyi, İzmir Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesinden edinebilirsiniz.

Geçmişte yalnızca “Gazeteci” olarak tanımlanan ama gelişen ve değişen anlatım olanaklarıyla bugün kâğıttan dijital platformlara pek çok eylem alanında ter döken basın emekçileri, her zaman bir var oluş mücadelesi vermiş, mesleklerini savunmak durumunda kalmıştır. Elbette bu asil genelleme içine, yandaş, candaş, oynaş, aparat, tetikçi, provokatör, tezgahtar, fırdöndü, rüzgargülü olarak nitelenenler girmemektedir. Türkiye, bugünlerin tarihini yazarken, tıpkı geçmişte olduğu gibi, bu rezalet öznelerini ve vesikalarını en kirli sayfalar olarak kayda geçirmektedir.

Ülke ve yeryüzü olarak korkunç günlerden geçiyoruz. Kanın oluk oluk aktığı, kitlelerin yer değiştirdiği, kültürel ve sanatsal hafızanın yok edilmeye çalışıldığı, nerelerde nasıl yetiştiği gerçekten araştırılması ve gereğinin yapılması gerekenlerin üçer beşer ülkelere pay edildiği, evrensel her değerin çiğnendiği, emperyalizm ve kapitalizmin yaşamak için her şeyi birer kıyım makinasına dönüştürdüğü bir dünya yaratanların en büyük silahı basındır.

Kitleleri vasatlaştırma, algı ve yorum kanallarını körleştirme, seçicilik yeteneğini törpüleme, aydınlık pencereler açmak yerine birer borazana dönüşüp, zevksizliğin ve kalitesizliğin egemenliğine alan açma… En feci, an zavallı ve en korkunç iş olarak, yalanın servis memurluğuna soyunma… Bugün egemen gücün basından istediği budur ve bunları reddetmeyen basının ve çalışanının, olup bitenden yakınma hakkı yoktur. Hele “basın özgürlüğü” kavramını, bu özgürlüğü boğmaya ant içmişlerin kanatları altında “gerçekliği katletme”ye dönüştürenlerin yaptığı en azından okurlarını-dinleyenlerini-izleyenlerini sersem yerine koymak değildir de nedir?

İşleri, aşları, onurları, özgürlük ve bağımsızlıkları için mücadele edenlerle, dilin ve düşüncenin üstüne olanca cehaleti, kabalığı, zevksizliği, kirliliği ile abanmaya çalışanları, “Basın Emekçisi” olarak bir arada anmak, hepimiz için utanç gerekçesi olmalıdır.

Bu tiplerin, yavan, tatsız, samimiyetsiz ve hem nalına hem mıhına kurnazlığıyla yaptıkları işlerin mantığını “tarafsızlık” olarak nitelemek, “gazeteciliğe” hakarettir. Kimse bir basın emekçisinden onun bunun adamı, aparatı, yalakası olmasını istemiyor. İstenen savunduğunu iddia ettiğin değerlerden savrulmadan, bir gün öyle bir gün böyle olmadan, cümlenin başında halkçı, ortasında liboş, biraz ilerisinde yobaz, bitişinde tek adamcı, kapanışta bizden fazla ilerici kesilmeden, “gerçeği, yalnızca gerçeği” dillendirmendir. Bu gerçek, hepimizin canını acıtsa bile! Tarafsızlık, savrulmak değil, tutarlı olmaktan başlar.

Halk TV hadisesi, bütün bunları bir kere daha anımsatmalı, düşündürmelidir. “Hangi birini düşüneceğiz, bu kaçıncı?” demeyin, bu sıkıntıları da gazeteci-halk dayanışmasıyla aşacağız. Bu hadiseyi “iğne-çuvaldız” meselinin yardımıyla, önemli bir arınma fırsatına çevirmek zorundayız. Hepimizin “Ben neyim, neredeyim, ne söylüyor yazıyorum?” sorularını “Ben ne yaptığımın farkında mıyım?” seçiciliğiyle sormasında büyük yarar vardır.

Şu işi biraz daha konuşalım.