Bu köşede elli civarında yazı yazmışım sanıyorum. Ama hedefim yüzüncü yazı. Şaşıracaksınız belki, şimdiden yüzüncü yazıyı düşünüyorum. Yazacak, yazmam gereken çok konu var. Gündem sürekli değişiyor. Tabii aralara serpiştirilen 'organize suni gündemleri' saymıyorum. İnanın, artık çoğuna gülüp geçiyorum.
Bu yazı için de düşündüm. Belli bir konuya mı yöneleyim, yoksa parçalı çok mu yazayım diye. Bugün cuma. Karar verdim, cuma günleri “çok parçalı” yazacağım. Yetişemiyorum çünkü. Hatta sizlerden gelen o kadar çok talep var ki, onlara da yer açmak istiyorum. Biraz keyfi kabul etmiştim yazmayı. Duramıyordum çünkü yazmadan. Başkanım Tunç Soyer de inanılmaz bir güven verip, teşvik edince giriştim işte. Minnettarım ki, okunuyorum. Hem de 'herkes' tarafından. Beni asıl mutlu eden de bu işte. CHP’li, AK Parti’li, MHP’li, İYİ Parti’li velhasıl tüm siyasi taraflardan okurlarım var. Bazen telefon açıyorlar, bazen mesaj yazıyorlar. Bazen dakikalarca konuşuyorum, bazen de dakikalarca yazışıyorum. Karşı çıkan da var, takdir eden de, eksik bulan da. Herkes sağ olsun. Değil mi ki bu çağda, bu koşullarda zahmet edip vakit ayırıp okunuyorum, ben de kimseyi ayırmadan teşekkür ediyorum işte.
Başlığa bakın şimdi yine. “Bu yazı da böyle olsun, zaman kısa, yol uzun” dedim ya…
2003’ten beri de köşe yazıyorum çeşitli mecralarda. Geçmiş yazılarımı aslında öyküleriyle kitaplaştırmak var aklımda ama “İstanbullu” değilim ki başarayım. İzmirliliğimle de buraya kadar işte. Gelecek cuma böyle uzun giriş yazmam, bazıları her ne kadar “durum tespitini” şikâyet olarak da algılasa, bendeniz daha çok satır aralarından haykırmaktan keyif alıyorum.
Şimdi geçelim “parçalarımıza!”
***
Bir 'Aristonikos' varmış Bergama’da
Suat Çağlayan hocamı pek severim. Yenişehir SSK Hastanesi’nde “başhekim” görevinde tanımıştım. Ben de o dönem “İnterStar TV” İzmir muhabiriydim. Az çektirmedim hocama ama her zaman onun sevgi dolu hoşgörüsünü yaşadım. Suat Hoca, Kültür Bakanlığı da yapmış çok önemli bir aydınımız, ağabeyimiz. Şimdi Başkan Tunç Soyer’in “başkanvekili” ve meclis üyesi. Fakat yazmadan durur mu Suat Hocam? Asla… Özellikle Antik Çağ ilgi alanı. Tertemiz Türkçesi, rahat anlatımı ile öyküler, romanlar yazıyor. APİKAM’dan yayımlanan “İmbatla gelen kadım: Smyrna” ve yine satışta olan İZELMAN yayını “Umutlar yarım kaldı Aristonikos” romanlarını yazdı. Aristonikos’u yeni okumaya başladım. Tavsiye ediyorum, mutlaka edinip okuyun siz de. Ama buraya konu etmemin nedeni farklı. Kitabı okumaya başladığımda öyle bir bölüm yakaladım ki, şimdi devamını sabırsızlıkla okuyacağım. Romanda Pergamon Kralı Eumenes’in, kardeşi Attalos ile bir konuşmasına takıldım. Kral bakın ne diyor kardeşine: “Babam, geçim sıkıntısını unutturarak halkı oyalamanın iki yolu olduğunu söylemişti bana: İlki spor ve eğlence olanaklarını artırmak, bundan daha önemli olan diğer yol ise, yaşanan sefaletin tanrılardan geldiğine halkı inandırmak! Özellikle de Pergamon’un alt sınıflarında tanrılara bağlılık fazla olduğundan, bu kesimleri yazgıya inanmalarını ve tanrılara tapınmalarını arttırmak için çok sayıda tapınak yapmalıyız. Rahipler ve kâhinler bularak halkın tapınaklara daha çok gitmelerini sağlamalıyız. Pergamon’a çok sayıda rahip gelmesi ve mevcut rahiplerin gelirlerinin artırılması için seninle bir çalışma yapmalıyız. Ayrıca, tapınaklara gidenlerin ödüllendirilmelerini de sağlarsak bizi destekleyenlerin sayısı çok artar! Önemli bir konu daha var; biliyorsun halkımız arasında Kibele’ye inanan ve ona tapınmak için taa Pessimus’a (Sivrihisar-Eskişehir) gidenler var. Eğer orada bulunan yetersiz tapınak yerine büyük bir Kibele tapınağı inşa edersek, Pergamonlular akın edeceklerdir.”
Kitabın roman olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulayarak, kralın söylediklerini bir kez daha okuyun bence. Bana oldukça ilginç geldi. Bugünden 2 bin küsur yıl önce de “sefalet” bakın nasıl “örtülmeye” çalışılıyormuş iktidar tarafından.
Bu kitabın yer ve tarihsellik açısından daha yeni vefat eden rahmetli Şadan Gökovalı tarafından incelendiğini de, Şadan Hocamızı anarak belirteyim.
***
Abülhamid-i Sâni vefat etti
10 Şubat 1918’de vefat etmiş Osmanlı’nın 34. Padişahı. Onun kadar tartışılan başka bir padişah da yok sanıyorum. Ölümünden bir asır sonra dahi gündemdeki yerini kaybetmedi. Tarihte yaşamış kim olursa olsun hele de devlet yönetmiş insanlarsa, sanki bugün yaşıyorlarmış gibi anılmalarını hoş görmüyorum. Bu yüzden de ben de rahmet diliyorum II. Abdülhamid’e. 33 yıl, hem de tam batış sürecinde devlet yönetmek kolay iş değildi. Kendinden sonra sadece iki padişah gördü devlet ve ikisi de Abdülhamid ile mukayese edilemeyecek insanlardı. Ne yazık ki, günlük sığ siyasetle açıklanmaya çalışılıyor 33. Sultan ve “Ulu Hakan-Kızıl Sultan” ikileminde doğrularla yanlışlar, yalanlarla gerçekler birbirlerine karışmış. Oysa hem siyaseten hem de mali açıdan tamamen batmaya yönelmiş hatta Düyun-u Umumiye ile iflası ilan edilmiş bir zaman diliminde 33 yıl yıkılmadan irade göstermek, her şeyden önce akıl ve zekâ üstünlüğüyle açıklanır bence. 31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909 arası Osmanlı Devleti ile Düvel-i Muazzama ilişkilerinin kronolojisini çıkarsak, zaten durum net görülür.
İyiydi kötüydü, baskıcıydı değildi, öyleydi böyleydi diye tartışılması belki doğrudur ama Abdülhamid’in devleti kurtarmak için “kendince” yaptığı çalışmaların bir taraftan “aydınlanmayı” da zorunlu kıldığını söyleyebiliriz. Hep söylüyorum, dayatmalarla tarih anlaşılmaz. Papağan misali tekrarlarla da hiç anlaşılmaz. Abdülhamid zamanından başlayarak özellikle 1980’lere kadar Türkiye koşullarını, olaylarını masaya yatırabilsek belki bir gerçeği yakalayacağız. O da “ders alınmadığı” için tekrar eden tarih… Ve ne yazık ki Abdülhamid sonrası, Osmanlı’nın önlenemez yok oluşu! Keşke başarabilsek de “özgürce” ve dış tesirlerden” kurtularak, yeniden tarih yazabilsek. Ama apaçık her şeyi araştırarak!
***
Gaziemir Tren İstasyonu
Geçen yazımda Gaziemir araştırmacısı Ercan Çokbankir’den bahsetmiştim. Oradaki tarihi tren istasyonunun yaşadığı bazı “acayiplikler” olduğuna vurgu yapmıştım. Ercan Bey yazımın altına yorum yapmış. “Hasan Tahsin Bey, TCDD yıllardır Gaziemir Belediyesi'ne kiraya verdiği Gaziemir-Seydiköy arasındaki yaklaşık 1.5 km tren hattının bulunduğu yerleri elinden almak istiyor. Aslında bu yerleri ve Gaziemir eski tren istasyonunun bulunduğu binayı da Gaziemir Belediyesi’ne devretse, burasını da eski Seydiköy tren istasyonu (Anı Evi) gibi belediye değerlendirir."
Ben bazı gelişmeleri bilmiyordum. Umuyorum salı günü yazıma kadar ayrıntı öğreneceğim. Ama İzmir’deki tarihi istasyonların, örneğin Bornova ve Buca gibi, inanılmaz bir vurdumduymazlığa kurban olduğunu duyuyorum. İzmir tarihine ciddi tanıklıkları olan bu yerlerin bence TCDD, Kültür Bakanlığı, İzmir Valiliği ve İzmir Büyükşehir Belediyesi taraflarından masaya yatırılıp gelecek kuşaklara “tarih emaneti” olarak değerlendirilmesi sağlanmalı. Kerameti kendinden menkul bazı para sahibi ama cahil efendilerin, bu güzelim yerleri “kahvehane” veya “kebapçı” gibi düşünmeleri bizim utancımız olmaz.
Şu dizilerin yaptığını düşman yapmaz!
Aklım almıyor artık.
Bilmiyorum sizler TV dizileri izliyor musunuz ama ben rast geldiğimde zıvanadan çıkıyorum. Tüm adı büyük, aklı kiralık ekranlar, söz birliği yapmış gibi ayrımsız tüm vatandaşlarının beyinlerini uyuşturmak için yarışıyorlar. “Muhafazakâr” iktidarımızın işine mi geliyor bu durum bilemem. Ama bu dizilere göz yumuldukça saçma sapan bir toplumsal yaşama yöneldiğimizin farkında değiliz sanıyorum.
Eski yerli dizileri hatırlıyorum da, doğallık, gerçekçilik daha fazlaydı. “Mahallenin Muhtarları”, “Bizimkiler”, “Yedi Numara”, “Süper Baba” ve niceleri.
Yahu şu anki dizlerde hiç konu oluyor mu “çarşı, pazar?” Ya “geçim sıkıntısı?” Ya “eğitim, sağlık?” Ya “seçim, demokrasi” falan?
Peki, siz dizilerde fatura ödendiğini, kredi kartı taksitini gördünüz mü? Dizilerdeki çocuklar hep özel okullara gidip, hastalıklarında özel hastaneye gidiyor. Bindikleri araçlar süper lüks, oturdukları evler hep köşk, rezidans, villa. Sanırsın o dizilerin geçtiği ülke Türkiye değil, gecekondu ve fukaralar da yok. Hatta corona bile yok.
Yenen yemekler, konuşulan konular, gidilen yerler neresi bilen var mı?
Ya konular? Ağalar, hanım ağalar, patronlar, lüks giyimli hanımlar beyler, şımarık tipler…
Pardon da bu dizilerden yarar umanların durumlar daha acınacak noktada değil mi?
İzleyenlere lafım yok…
En çok izlenen programlardaki diyalogların hali de içler acısı. Kitap okunmazsa olacağı budur. On kelimeyle konuşan, aralarına “yani, şey, açıkçası” gibi acayiplikler ekleyen bir kuşağı yetiştirenleri yürekten kutluyorum. Emin olsunlar ki tarih, onları HAKETTİKLERİ gibi yazacaktır!