Hafta sonunu sokakta geçirdikten sonra, salıya yazı yazmak gerçekten yorucu benim için. Çünkü inanamadığım, kabul edemediğim yaşam gerçekleriyle yüz yüze geldiğimde, cevabını asla bulamayacağım sorular soruyorum kendime. En çok sorduğum da, “egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi” olduğu iddia edilen millet, nasıl oluyor da bu kadar çaresiz, sahipsiz ve en kötüsü de “cehalete” mahkûm?
Bakın hafta sonu gördüklerimi yazayım size. Bayraklı’daki TOKİ marifetli “deprem konutları” hâlâ teslim edilmedi. Edilmediği gibi bir de “Cumhurbaşkanlı teslim töreni” yapıldı. Ama iki aydır ne konutlar teslim edildi ne de hak sahipleri “hak sahibi insan” yerine kondu.
Önceki gün gece vakti ise birden bire “müteahhit + vekil” Necip Nasır, “Cumhurbaşkanımızın talimatları ile 30 Ekim depreminin ardından bir yıl gibi kısa sürede tamamlanan, kuraları çekilen konutlar, depremzede vatandaşlarımıza yarın teslim edilmeye başlanacak. Yaparsa AK PARTİ yapar.” diye tweet attı. Çok iddialı bu mesaj, Bay Nasır’ı bir daha vekil yapar mı bilmem ama ben tarihte vatandaşla bu kadar profesyonelce “oynandığını” bilmiyorum. Aslında son iki üç aydır Bayraklı’da “ilginç ötesi” işler olmuyor değil, “hedefe ulaşmak için her yol mubah” uygulayanlar mı dersin, “sol” gösterip “sağ” konuşanlar mı dersin, “deprem” gerçeğini yok sayıp, TOKİ’nin saygısızlıklarını görmezden gelip meseleyi sadece “emsal” konusuna indirgeyenler mi dersiniz anlamak mümkün değil. Neyse bu “gelişmeleri” yazacağım cuma gününe artık, çünkü “gerçek sorunla” ilgilenilmemesi asabımı bozuyor. Merak eden baksın bakalım Ege ve Akdeniz son on günde kaç kez sallanmış…
Vahşi yıkımlar devam ederken hâlâ ilçe belediyesi ve kaymakamlığı “vatandaşın yanında” durmuyor. Zaten Sayın Kaymakam da sanırım, hafriyat ve inşaat işlerine “karışmama” talimatı almış. Bana öyle geliyor!
Hafta sonu Buca’ya doğru yol aldım, baktım devasa bir cami yapılıyor üniversite arazisi içinde. Aynı Ege Üniversitesi içindeki gibi, Dokuz Eylül Üniversitesi de cami yaptırıyor galiba.
Öyle ya, ne kadar çok cami, o kadar çok “manevi itaat!” Ne kadar çok din meselesi, o kadar çok gerçeklerden uzaklaş. Zamlar, yolsuzluklar, ayrımcılık, eşitsizlik “öte dünyada” olmayacak ya… O yüzden bu dünyada cebinden çalanı, geleceğini karartanı hep “kaderin gereği” olarak algıla. Bu dünyada her türlü haksızlığa uğra, çoluğun çocuğun pazar artıklarıyla yaşamaya çalışsın ama sen “ölünce ırmaklarından bal, dağlarından yağ akan”, “hurilerin” koşuşturduğu cenneti hedefle…
Sen ödeme kredini, bak ne oluyor! Ödeme elektrik faturanı, bak nasıl karanlıkta kalıyorsun. Sen “sabredip” öte dünyada cenneti bekleyedur, bu dünyayı kendine cennet edenlerin vergileri affedilsin dursun. Yalan mı? İktidar mensupları ve onlarla hareket eden din uzmanları sürekli tasarruf, sabır, şükür, hadis, dua, sahabe anıları falan anlatmıyor mu? Yani amaç ne?
Amaç ve aslında söylenmek istenen şu: “Eyyyy vatandaş! mızmızlanma şükret, bak dünyada ne açlar var. Hem Allah sana “Az ye, dengesiz beslen, ibadet et, cenneti düşle.” demiyor mu? Saflarımıza gel, dünyada iman, ahirette mekân değil mi?”
***
Şimdi bir fatura anlatayım size.
İzmir’in Pazaryeri Mahallesi’ni bilir misiniz? Bu mahalle, aslında İzmir’in kadim ve neredeyse son 2 asırdır sahipsiz mahallelerinden. Konak ilçesine bağlı, Basmane ve Agora’nın üst tarafında, genellikle orta gelirin altında yurttaşların yaşadığı yerdir. Son yıllarda Suriyeli, Sudanlı, Ganalı insanların da yoğun olarak geldiği bir mahalle. Pazaryeri’nde yaşayan bir yurttaşımız mesaj attı bana. Gediz Elektrik şirketi hedefi ama aslında hükumetin hayali ekonomik politikalarının sonucunu yaşıyor vatandaş ve bakın mesajda ne diyor: “Hasan Tahsin kardeşim. Bu fatura zamlı eyvallah, lakin elektrik zammının 1 Ocak’tan itibaren geçerli olması gerekti. Zam tamam da, geçmiş aralık ayı kullanılan enerjinin zamlı olması düşündürücü. Gediz Elektrik resmen aboneleri kazıklıyor. 11.12.2021 ile 12.01.2022 tümü zamlı, bunun izahını alamadık dağıtıcı firmadan. Sizden isteğimiz bunu basın yayında gündeme getirmeniz. Fatura mağduru olan vatandaşlarımızın sesi olmanız. Saygılarımla.”
Fatura ne kadar? Tam 965 lira 22 kuruş.
Peki, vatandaşa öneri ne? “Sabret ve şükret.” Sabır ve şükürle fatura ödenir mi? Yer Türkiye olursa ve idareciler “hanlar, saraylarda” oturursa vatandaşa da önce “Din, iman…” sonra “Şükret, sabret.” derler işte.
***
BEN DİYORUM 'BAYRAM HAFTASI'
BAZILARI ANLIYOR 'MANGAL TAHTASI!'
Önce “yüzleşme” sonra da “helalleşme” dedim ya? Aman Allah’ım aman, ne acayip karşılıklar. Yüzüme de değil, mutlaka “aracı” kullanıyor İzmir’in kendini “baron” sayan tipleri. Hayır, ne baronu, düpedüz korkakları. Yahu arkadaş, ben “yüzleşme” dedimse bir sorsanıza “neyle, kimle yüzleşme” diye? İzmir’in son 100 yılında olan biten ve yaşanan her olayda hep biz kabahatli değiliz ki… 1922’de yapılan yanlışların öyle ya da böyle nedenleri var. İzmir yangınında hayatını kaybedenlere üzüldüğümüz gibi, 15 Mayıs 1919 işgalinde hayatını kaybedenlere de üzüleceğiz. Zira ister Türk ister Rum veya Ermeni, hayatlarını kaybeden İzmirlilerin “ölüm emrini” veren emperyalizm ve onun o zamanki baş temsilcisi İngiltere’dir. Bugün Yunanistan’da, 1922’nin Eylül ayının yüzüncü yıl dönümüne ilişkin dünya kadar hazırlık var. Film bile çekildi, vizyona girdi. Biz ne yapıyoruz peki? “Sen, ben, bizim oğlan” mantığıyla, “tüccar tarihçiler danışmanlığında” acı mı acı “çene suyu çorba.” Üniversiteler suskun, odalar, dernekler ilgisiz. Oysa yapılacak ne kadar çok iş var değil mi?
Yüzleşme karşılıklıdır. Eğer Türk, Rum ve Ermeni bir araya gelip “emperyalizmin” maskesini, İngiliz’in oynaklığını koymazsa masaya, söyler misiniz 100. yılın kıymet-i harbiyesi kalır mı?
Bazı konuları apaçık konuşmalıyız. Düyun-u Umumiye “kolcularından” Reji zenginlerine kadar, ajan Levantenler'den, öğretmen kılığındaki “megaloculara” kadar. Ama bu arada “gelecekteki zenginliği” için İtalyanlarla “milli mutabakat” yapan Türkleri de konuşmalıyız. “Hasan Tahsin’in” nerede şehit olduğu kadar, 15 Mayıs 1919 günü can veren polislerimizi, subaylarımızı, genç kızlarımızı, öğretmenlerimizi, askerlerimizi de anmalıyız. Duyup incelemediğimiz, araştırmadığımız çok ayrıntı var. “9 Eylül”, sadece bir ailenin soyadı değildir, bir milletin esaretten kurtulmasının sembolüdür.
***
İZMİR İÇİNDELER, İZMİR’İ BİLMEZLER!
Ortalık “onlardan” geçilmiyor. Kendilerinden başka kimseye hayırları da yok. Yüzleri yok ve arsızlığın da doruğundalar. Neredeyse son 20 yıldır saygı gören de, âbâd olan da onlar! Söyledikleri her söz sorgusuz, sualsiz “doğru” sanılıyor. Son 20 yılın alışkanlığıyla, girdikleri her kabı profesyonelce dolduruyorlar ama ne yazık ki birer “ruh emici” gibi İzmir’in tüm “özelliklerini de” bitiriyorlar. Kordon’a “Kordelya” dediler, Hisar Camisi ile Salepçioğlu’nu karıştırdılar, Basmane Garı ile Alsancak Garı’nı yanlış anladılar, Milli Kütüphane, Etnografya Müzesi’nin binalarına yanlış tarihler söylediler, medeniyetlerin kaynaştığı İzmir’i “Mogadişu” ile kıyasladılar, İzmir’e “sümüklü çocuk” dediler. Yahu kendini sağcı sanan da, solcu sanan da yattı kalktı hem âbâd oldu İzmir’de hem küfretti ama hep saygı gördü.
Bir de “çakma” kültür adamları, kadınları var. Onlar da “geldikleri yerde” görmedikleri ilgiyi İzmir’de bulunca şımardılar. İzmir’e medeniyet öğretmeye kalktılar, hadlerini aştılar “İzmirlilerin bayrak ve 9 Eylül takıntılarını anlamıyorum.” dediler ve şutu yediler.
Velhasıl İzmir içinde oldular ve İzmir’i hiç bilmediler, bir kısmı “geldiği gibi gitti” diğerleri de “nasılsa” İzmir’de “beslendi kollandı.”
Bir de “hancı” ve “yolcu” durumu var mesela. Kültür Merkezi ile polis merkezini “aynı sayıp” bu kentin de “ne olduğunu” hiçe sayıp “Ben ne dersem o olur!” mantığıyla ve “yolcu” olduğunu da unutup “hancılara” hancılık taslayanlar var.
Ama buranın adı İzmir! Diplomaları ne derse desin, bir baksınlar hele antik çağlardan bugüne İzmir’e, ne görecekler…