“…Semih Balcıoğlu çok güzel fıkra anlatır, sonrasını attığı kahkahalarla pekiştirirdi. Bir gün bir karikatür çizmiş ve mürettiphaneye göndermiş. Aradan bir süre geçtikten sonra aşağıdan bir çocuk gelmiş ve şöyle demiş: Usta karikatürün altındaki yazıyı unuttuğunuzu söyledi. Mürettip ustası belli ki ilk kez yazısız bir karikatürle karşılaşmış.”

Doğan Hızlan’ın deneme ve anılarından oluşan “Sönmüş Kibritin İzinde” kitabını okurken karşılaştım Balcıoğlu ile. Yukarıdaki paragraf o kitaptan. Doksanlı yıllarda TRT İzmir Televizyonu için hazırladığımız bir kültür sanat programında konuğumuz olduğunda tanışmıştım. Yapımcımız Levent Ersin, sunucumuz da Misket Dikmen’di. Gazete sayfalarına aşina olmaya başladığım çocukluk yıllarımda ilk kez Tercüman Gazetesi’ndeki karikatürlerini görmüştüm Balcıoğlu’nun. İstanbul siluetleri, minareler, gecekondular, yıkılmaya yüz tutmuş evler, biçareler, haramzadeler, yamalı pantolonlu emekçiler belleğimde hemen yer etmişti. Kente göç, işsizlik, yoksulluk, gelir dengesizliği gibi konuları İstanbul özelinde, yazının başlığındaki gibi çizginin bir ozanı olarak izleyenlere aktarıyordu. Gündelik hayatın eleştirisini en iyi yapan iletişim kanallarından biri olan karikatür, demokrasi ve hoşgörü düzeyinden çokça etkileniyor. Demokrasi küçüldükçe karikatür de küçülüp görünmez olurken hoşgörü ile birlikte de karikatür yaratıcılığını ve toplumsal eleştirisini daha iyi ortaya koyuyor. Karikatüristlerle siyasetçilerin birbirlerine “tahammül ettiği” ve önyargı taşımadığı hoşgörülü dönemler bugün özlemle anılıyor.

Ünlem Dergisi Lütfü Dağtaş

(*) Değerli dostum Lütfü Dağtaş da 27 Ekim 2023 tarihli 9 Eylül Gazetesi’nde Balcıoğlu ile ilgili nitelikli bir yazı yazmıştı. Yazının başlığı “Çizginin ozanı” nitelemesi de,- Dağtaş’ın o yazıda belirttiği üzere- Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nin yöneticileri Semih Poroy ve Turhan Günay’a ait. Karikatür ise Lütfü Dağtaş’ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Ünlem Dergisi’nin ilk sayısı için Balcıoğlu tarafından çizilmiş.

Genç Werther'in Acıları 1774 Leipzig

GENÇ WERTHER’İN ACILARI

Genç Werther’in Acıları” Goethe’nin 1774 yılında yayımlanan bir kitabı. O yıl Goethe henüz 25 yaşındaydı. Bu müthiş romanın Avrupa’da bir intihar dalgasına yol açtığı söylenir. Goethe bu kitabı yakından tanıdığı Karl Wilhelm Jerusalem’in intiharından esinlenerek yazmıştır. Georges Minois bu kitapla ilintili olduğu düşünülen intiharları sıralar: “1777’de İsveçli genç Karstens, yanında Werther’in sayfaları açık bir nüshasıyla birlikte tabancayla kendini öldürür; ertesi yıl sevdiği adam tarafından terk edildiğini sanan Christiane Von Lassberg, cebinde Werther’in Acıları’larıyla birlikte kendini suya atar, bir kunduracı çırağı, yeleğinde bir Werther’le birlikte pencereden atlar; 1783’de yatağında intihar eden genç bir İngiliz kadının yastığının altında bir Werther bulunur. Yine Minois’in aktardığına göre, Madame de Stael Genç Werther’in Acıları için “bu roman gerçek ve tutkulu tüm aşklardan daha çok intihara yol açmıştır.” der. Edebiyat dünyasında intiharı konu edinen çok sayıda roman olması şaşırtıcı değil. İntihar vakalarına daha çok İngiltere’de rastlandığından, intihardan “İngiliz Hastalığı” diye de söz edilmiştir. İngiliz romanlarında intihar konusu çok fazla yer alır.

Ben bu kitabı lise yıllarında okumuştum. Varlık Yayınları’ndan çıkan kitap bizde de çok ilgi çekmişti. Yaşar Nabi Nayır’ın yönettiği Varlık Yayınları o yıllarda gerçekten büyük bir kültür hizmeti sunuyordu. Dünya Edebiyatından klasikleri, yeni çıkan romanları okumak için en iyi yol Varlık Yayınları’nı izlemekti. Cebe sığıyordu ve ucuzdu. Yalnız şimdi anlıyoruz ki, kimi kitaplar tam çeviri değildi. Neredeyse tüm kitapların sayfa sayıları aynıydı, birbirine yakındı. Şimdi bunları gülümseyerek anıyorum.

Genç Werther'in Acıları, Goethe'nin ilk önemli başarısı olup, kendisinin de hiç ummadığı bir biçimde, onu bir gecede ünlü bir yazar haline getirdi. Napolyon Bonaparte romanı Avrupa edebiyatının en başarılı işlerinden olarak görüyordu, o kadar ki Mısır seferinde romanı yanında götürmüştü. Roman, "Werther salgını" diye bilinen bir akım başlatmış, Avrupa'da birçok gencin Werther'in romanda betimlenen sarı pantolon, sarı yelek ve mavi gömlek kıyafetlerini giymesine neden olmuştu. Hiçbir evde eksik olmayan meşhur Werther fincanı ve hatta Werther parfümünü de kapsayan bir Werther modası başlamıştı. Kahve ve çay ibrikleri, bisküvi ambalajları ve çay kutuları, "Werther'in Acıları”ndan sahnelerle süslenmişti. Günlük yapılan kahve ve çay saatleri ise, bu yılların orta sınıf tabakasına, çağdaş edebiyatla etkili bir tanışma fırsatı sunmuştu. Romanı destekleyen gruplar, özellikle Werther'e benzeyen pozisyonda bulunan ve doğrudan söz edilmek isteyen insanlardı. Goethe'yi doğru anlayan kişiler kendi durumlarını romanla bağdaştırmış ve Werther'in çekmiş olduğu ıstıraplarda ruhlarını yüceltmişlerdi. Werther, "Sturm und Drang" (Coşumculuk) akımının bütün izlerini taşıyan bir metin. Güçlü duygularla hareket etme, doğaya, çocuklara, pastoral bir hayata duyulan özlem, toplumsal kurumlara yönelik eleştiri hemen fark edilir. Ancak bütün bunlar yalnızca estetik bir tercihten kaynaklanmaz, o yıllar Almanya'sının bireyi köşeye sıkıştıran koşullarını yansıtır.

Dikkat edilirse, "doğa tercihi" romantizmin ve İngiliz gotiğinin de çok önemli bir motifi olmuştu. İnsanda derin izler bırakan şey, bir edebi metinde yazarın hayal ürünü olarak anlattıkları değil, o metinde somut gerçekliği yansıtan duygu ve düşüncelerdi. Werther'in yarattığı coşkunluk da, özellikle Almanya'da, anlatılanların Alman ulusal kimliği ile çakışmasından kaynaklanmıştı. Goethe, kişisel olanla toplumsal olan arasındaki çatışmanın kaçınılmazlığını ve bunun toplumsal nedenlerini, çözümsel bir sezgiyle ortaya koymuştu. Goethe'nin Werther'i, bireysel tutku ve toplumsal zorunluluk arasındaki doğrudan ilişkiyi çok açık biçimde gösterdi. Roman, aristokrat düzenin dayattığı toplumsal normlara ve bireyin özgürlük arayışına dair bir eleştiri niteliğindeydi. Werther’in yaşadığı toplumsal baskılar, özellikle orta sınıfın bireysel haklar ve özgürlükler konusunda daha fazla bilinçlenmesine katkıda bulundu. Bu nedenle kitap, yalnızca bir aşk hikâyesi olarak değil, dönemin sosyo-politik yapısına karşı bir başkaldırı ve bireyin özgürlük arayışı olarak da yorumlandı.

Karagöz

HAK DOSTUM HAK” DİYE BAŞLAYALIM SÖZE

Osmanlı toplumunda güldürü var mı? Elbette var. Ama bu güldürü tıpkı sıradan insanların hayatı yaşama biçimlerinin mahallelerle sınırlı oluşu gibi toplumsal hayatın totalitesine dil uzatmaz. Yürürlükteki düzeni, etiği bir bütün olarak eleştirmez. Ancak makam mevki sahiplerinin gözden düşme dönemlerindeki hallerini alaya alır. Onları alaya alırken bile eleştirdiği, etik değil onların davranışlarıdır. Sistemin bu ikili oynamalara dayandığını söyleyebilmesi çok dolambaçlı, çok saklıdır. Cinaslar ve imalarla yüklüdür komedyanın söylemi. Osmanlı güldürü geleneğindeki eleştiri oldukça sınırlı, ölçülü ve sindirilmiş bir eleştiridir. Gelelim Karagöz’e. Çocukluk yıllarımda Ankara Radyosu’nda Hayali Küçük Ali’yi hayal ederek dinlediğim Karagöz’deki Hacivatlaştırılan okumuş, devlet memuru olmuş, kâtip sınıfından insanlara yönelik eleştiri düzenin etik anlayışına sataşmayı düşünmez bile. Hacivat devlette kapı bulmuş okumuşların tipleştirilmesidir o kadar. Farklı bir etik anlayışı, farklı bir toplumsal düzeni düşleyen, içinde yaşadığı reel sistemi eleştiren ve çözüm arayan bir tip değildir Hacivat. Karşı mahalleden bakıldığında da, devlette kapılanacak bir yer bulamayan, kendisinde bu şansı göremeyen insanların okumuşlara duyduğu hasedin, kıskanmanın, ezikliğin dile getirilmesine yarayan bir tipleştirmedir. Geleneksel Karagöz oyunlarındaki bu tipleştirme Karagöz oyunu geleneğinin hayatın bütününe yönelik bir eleştiriye varmadığını, varmak istemediğini, günümüzün kitle kültüründe olduğu gibi, verili sistemi değiştirme düşünülmeden yaşanan ve verili sistemin daha hırslı insanlarca durmadan yeniden üretimine yarayan kıskanmacı, hasetçi sızlanmalarla dile getirilen anominin dışavurumu olduğunu gösterir.

Masumi̇yet Müzesi̇

TAKINTILAR, SAPLANTILAR VE EDEBİYAT

Umberto Eco’ya göre edebiyat tarihi, saplantıyla biriktirilmiş nesnelerle doludur. Kimi zaman fantastik, kimi zaman da rahatsız edicidir. Örneğin Machbet’teki cadıların kullandığı kötü maddelerin listesi gibi. Bazen parfümlerin verdiği coşkudur bazen de Giambattista Marino’nun Adonis adlı yapıtında dile getirdiği gibi çiçeklerin listesidir. Kimi zaman değersiz ama gereklidirler, Robinson Crusoe’nun adasında hayatta kalmasını sağlayan gemi enkazı parçaları gibi ya da Mark Twain’in kitabında Tom Sawyer’ın topladığı mütevazı küçük hazine gibi. Bazen de şaşırtıcı derecede normaldir bunlar, James Joyce’un Ulysses’inde Leopold Bloom’un mutfağında biriktirdiği ıvır zıvır gibi. Bizim anlatılarımızda da söz gelimi Ayfer Tunç bir öyküsünde, neredeyse bildiğimiz bilmediğimiz çiçek adlarını uzun uzun sıralamıştır.

Orhan Pamuk

Çamlıca’daki Eniştemiz’de Abdülhak Şinasi Hisar, “deli enişte” diye tanımladığı Vamık Bey’i anlatırken, kırmızımtırak şiltesini ve kırmızı post serili kerevetini, Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal’in “Füsun’dan kalan ve onun dudaklarının değdiği bir sigara izmaritini ve onunla yaptığı pansumanı” anlatırken de izmaritlerin yanı sıra, ilaç kutularını, saatleri, oyuncak arabaları, biletleri, kibrit kutularını, küllükleri, anahtarları, senetleri, bonoları ve kolonya şişelerini Kemal’in takıntılı kişiliğine uygun olarak okuyucuya aktarır.