Kaldığımız yerden devam edelim, bu bölümde size Gustave Flaubert’ten söz edeceğim. Edebiyatla ilgisi olsun ya da olmasın, sevgili okurların çoğu bu büyük ismi hatırlayacaktır.
Dünya edebiyatının belki tartışmasız en büyük yazarlarından biri olan Gustav Flaubert edebiyat çevrelerinde modern romanın kurucusu olarak kabul edilir. Fransız Yazar Gustav Flaubert’in Madam Bovary adlı eseri ise dünya edebiyatının baştacı olarak bilinir.
Flaubert 1821’de Anne-Justine-Caroline Fleuriot ile Hôtel-Dieu Hastanesi’nin başcerrahı Achille-Cléophas Flaubert’in ortanca çocuğu olarak Fransa Rouen’da doğar. Kaynaklara göre hastane lojmanının yetersiz koşullarında mutsuz bir çocukluk geçirir. Rouen Koleji’nde okuduğu yıllarda ise (1832-1840) edebiyata ilgi duymaya başlar. Flaubert özellikle Paris’te hukuk okuduğu dönemde tamamen yazma serüvenine yoğunlaşır. Bir Delinin Anıları (1838), Smarh (1839) ve Kasım (1842) bu gençlik döneminin ürünleridir. 1836 yılında, o sırada yirmi altı yaşında olan Elisa Schlésinger ile tanışır ve ömrü boyunca ona âşık kalır. Flaubert 1844 yılında ilk sara krizini geçirir. Babasının derslerini bırakmasında ısrar etmesi üzerine, aile evine döner. Ailesiyle beraber çıktığı bir İtalya seyahatinde, Cenova’da görüp derinden etkilendiği bir Brueghel tablosunun verdiği ilhamla “Ermiş Antonius ve Şeytan”ı yazmaya başlar. 1846’da birkaç hafta arayla babasını ve kızkardeşini kaybeder.
BOVARY’YE AHLAK DAVASI
Babasından kalan yüklü miras sayesinde, tüm zamanını yazı yazarak geçirmeye karar verir. Aynı yıl, 10 yıl boyunca inişli çıkışlı bir ilişki yaşayacağı Louise Colet ile tanıştı. Flaubert 1851 Eylülü’nde ünlü Madam Bovary’yi yazmaya başlamıştır. Kitabı 1856 baharında bitirecektir. Gustav Flaubert’e 1857’de Madam Bovary’nin “gayri ahlâkiliği” suçlamasıyla dava açılır. Dava büyük yankı uyandırır, ama tam aksine romanın çok geniş kitlelerce tanınmasına hizmet eder. Flaubert dava sonunda hakkındaki suçlamalardan aklanır. Yeni “gerçekçi” ekolün öncüsü olarak kabul edilen Flaubert, Paris’te dönemin pek çok önemli edebiyatçısıyla bir aradadır. Bunlar Théophile Gautier, Goncourt Kardeşler, George Sand, Turgenyev, Emile Zola ve Guy de Maupassant olarak sayılabilir. Flaubert 8 Mayıs 1880 günü, beyin kanaması sonucu, Croisset’de vefat eder. Cenazesi Emile Zola, Alphonse Daudet, Guy de Maupassant gibi yazarların katıldığı bir törenle Rouen Mezarlığı’na defnedilir. Yazıya giriş yapabilmek için bu büyük yazarın hayat hikayesini size kısaca aktarmak istedim.
YAZARLIK İŞARETLERİ
“Seyahat etmek insanı alçak gönüllü yapar. Yeryüzünde ne kadar az yer kapladığınızı öğrenirsiniz” diyen Gustave Flaubert, aynı zamanda büyük bir seyyahdır. Flaubert’in genç sayılabilecek bir yaşta gerçekleştirdiği doğu seyahati, sırasıyla önce Mısır, ardından Lübnan, Filistin, Rodos, İzmir, İstanbul, Yunanistan ve İtalya’yı kapsar. Yazar belki de dönemin “oryantalist” gezginleriyle karşılaştırıldığında, sağduyulu, dikkatli ve gerçeğe sadık bir gözle detayları işleyerek, harika yalın bir anlatımla aktarır satırlarında gördüklerini. Genç Flaubert’in çok usta bir yazar olacağının parlak işaretleridir bunlar. 1850 yılında İzmir'e gelen Madam Bovary adlı ünlü romanın Fransız yazarı Gustave Flaubert'in gözlemlerini Doğu’ya Yolculuk adlı eserinde okuruz. Birçok kaynakta, örneğin değerli tarihçiler Erkan Serçe ile Engin Berber’in birlikte kaleme aldığı Karşıyaka Tarihi adlı değerli eserde de, o günlerin tatlı güzel Cordelio'sundaki bir kahvede dinlendiğini, doğaya tutkun ruhuyla, tanık olduğu güzelliği betimlediğini öğreniriz Gustav Flaubert’in. 1850’deki Symrna ve çevresi ziyaretini şu sözlerle kaleme alır Gustav Flaubert:
“Tırmanıyoruz. Efes’e kadar izleyeceğimiz antik yolu yeniden buluyoruz. İniyoruz. Soldaki sel yolu, meşe, dişbudak ağaçlarıyla tıkanmış. Su art arda küçük çağlayanlar halinde akıyor. Şövalye romanlarına özgü manzara. Burada güçlü ve dingin bir şey var. Homeros’u düşünüyorum. Su şırıl şırıl akarken yitik Yunan dizelerini sürüklüyor gibi geliyor bana.”
Ne ilginçtir ki Gustave Flaubert de dünkü yazımızda vurguladığımız Lamartine’in İzmir’den ilk etkilenişinde Homeros’u anması gibi, hemen Homeros’u düşünür. Belki bir derinliğe sahip edebiyat gezginlerinin ortak kaygısıdır ziyaret ettikleri noktada insanlığın ortak kültür mirasına sahip çıkmaları, onu yazdıklarıyla yaşatma çabaları.
İngiliz edebiyatının ve Romantik Dönem'in en usta önemli şairlerinden biri olan Shelley (1792-1822) acaba bu nedenle mi bir zamanlar, “Şairler dünyanın isimsiz yasa koyucularıdır” demişti. İşte bu duyuş, hissediş biçimi, Gustave Flaubert’e de İzmir’de hemen Homeros’u düşündürmüştü.
HEDEFİ AVRUPALI OKURLAR
Sonuçta modern romanın öncüsü Gustave Flaubert, 1849-1851 yılları arasında, 28 yaşında çıktığı Doğu yolculuğunun izlerini hayatı boyunca taşıdı. Üstelik Fransa’dan başlayıp Mısır, Suriye, Filistin, Yunanistan, İtalya ve Anadolu, ardından da İzmir ve İstanbul’a kadar uzanan bu yolculuk, kimi zaman at sırtında kimi zaman yaya olarak aylarca sürmüştü. Flaubert, seyahat ettiği diğer coğrafyalarda olduğu gibi, ülkemizde de özellikle gündelik hayatı, sokakları ve anıt eserleri ele almıştı. Flaubert gezi yazılarında ağırlıklı olarak İstanbul’a yoğunlaşmıştır. Elbette notlarını kaleme alırken Gustave Flaubert için hedef öncelikle Avrupalı okurdur. Bu nedenle çok sık Avrupa kültüründen örnekler verir. Örneğin Topkapı Sarayı’nın IVX. Louis dönemini hatırlattığını; Türk sokak stilinin ise Ortaçağı anımsattığını vurgular. Flaubert’in, Doğu’ya Yolculuk’ta, İstanbul için yazdığı “Mevlevihane’den çıkıp operaya gidilen tuhaf bir kent burası, iki dünya hâlâ neredeyse iç içe…” aktarımı da, izlenimlerini yazdığı dönemin İstanbul’unu anlamak açısından ortaya ilginç bir tablo çıkarır. Batı ile Doğu İstanbul’da bir arada yaşar, bir tarafta Mevlevihane, diğer yanda Opera Salonu.
FLAUBERT’İN GÖZÜNDEN TÜRKİYE
Flaubert’in yakın dostu Maxime Du Camp’la birlikte çıktığı Doğu yolculuğunun, bazı kaynaklarda at sırtında, tehlikelerle dolu ıssız dağlarda ve ovalarda sürdüğü vurgulanır. Flaubert’in insanı şaşırtan gözlem gücünün satırlara taşındığı bu kapsamlı seyahatname sayesinde, 19’uncu yüzyıl doğusunu, Türkiye’sini, Muğla, İzmir ve İstanbul’unu Flaubert’in gözüyle görebilmek ayrıcalıklı bir durum. Bu büyük ustanın dilinden “görme” ve “yazma sanatı”nın satırlara akması eşsiz bir tablo. Gökyüzünün, dağların, ormanların ayrıntıları, renkleri düşsel bir üslupla Flaubert’in kaleminde kentlerin sokaklarını aydınlatırken, insan ruhunun derin kuyusunu kucaklayan sivri zekasının, insanı etkilememesi olası değil.
Flaubert’i böyle bir yazıda anarken, çok kısa ‘Madam Bovary’ adlı romanından söz etmemek büyük yazara yapılacak bir haksızlık olurdu: İyi kalpli bir doktor olan Charles Bovary’nin yüksek idealleri ile tam bir lüks tutkunu olan romantik karısı Emma Bovary’nin, yaşamın sıradanlığından sıyrılmak için yaşadığı aşk ilişkilerini konu alan roman, döneminde büyük ses getirmiş, kitabın tümünün yayımlanabilmesi için Flaubert’in mahkemeye gitmesi gerekmiştir. Romantizmin idealist yaklaşımına tepki olarak ortaya çıkan bu roman, realizm akımının ilk örneği sayılır. Hatta bu kitaptan sonrasında ‘Bovarizm’ adlı bir akım adlandırılmış, psikoloji literatüründe ‘tatminsizlik’ anlamına gelen bir karşılık bulmuştur. Bu roman, Türkiye Cumhuriyeti kültürüne çok önemli katkıları olmuş şair Can Yücel’in babası, dönemin Milli Eğitim Bakanı, Köy Enstitüleri’nin kurucusu çok değerli Hasan Ali Yücel’in girişimiyle klasiklerin çevirisi döneminde, hemen yerini almıştır. Madam Bovary’nin en usta çevirisi ise Nurullah Ataç (1898-1957) ile Sabri Esat Siyavuşgil’in (1907-1968) birlikte ortaya koydukları çalışma ile ortaya çıkmıştır. Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nun başkanı olmakla birlikte, çevirileri ve denemeleriyle, Türkçeyi yenileyen unutulmaz bir edebiyat ve dil ustasıdır. Sabri Esat Siyavuşgil ise Yedi Meşaleciler şairlerinden biri, Karagöz üstüne incelemeleri olan bir psikoloji hocası ve dilimizin önde gelen Fransızca çevirmenlerindendi. Hepsinin ruhları şad olsun. Sevgiyle, saygıyla anıyorum bu efsane isimleri.
(Edebiyatımızın Güzel İzmir’i adlı dizi yazımız devam edecek.)