İnsanoğlunun tarihi yalnızca savaşların, keşiflerin ve kralların hikâyesi değildir. Aynı zamanda, kadının toplumdaki yerinin sistemli bir şekilde geri plana itilişinin de tarihidir. Peki Ataerkil toplum nasıl oluştu?
İnsanoğlu göçebe yaşamdan yerleşik düzene geçtiğinde, yalnızca evler ve köyler değil; “mülkiyet” kavramı da doğdu. Toprak, hayvan ve ürün artık birine ait olabiliyordu. Bu sahiplenme dürtüsü, insanın kaderini olduğu kadar toplumsal yapıyı da değiştirdi. O güne dek doğurganlığıyla kutsanan kadın, üretimin merkezindeydi. Toprağı işleyen, tohumu eken, doğuran kadındı. Aile ve soy anneden devam ediyordu. Ortak mülkiyet vardı. Babalık ise toplumsal bir kurgudan ibaretti. Ancak zamanla üretim araçlarının gelişmesi, hayvanların evcilleştirilmesi, bitkisel üretime geçilmesi toplum üyelerinin tümünün aynı ve ortak işlerde çalışmaları gerekliliğini ortadan kaldırmıştır. Üretim araçlarının bu gelişimi karşısında, üretimden çekilmesi gerekenler önce kadınlar ve yaşlılar olmuştur. Bu uzaklaşmanın sonucu olarak kadın toplum içindeki yerini, saygınlığını yitirmiştir. Artık doğurganlık değil, soyun kime ait olduğu önemliydi. Kadın, doğuran değil; bir soyun devamını sağlayan “araç” haline getirildi.
Arkeolojik bulgular ise bize şunu anlatır: M.Ö. 7000’li yıllarda Anadolu’da, Mezopotamya’da, hatta Avrupa’nın bazı bölgelerinde Ana Tanrıça kültü hâkimdi. Çatalhöyük kazılarında bulunan figürinler, doğurganlığı simgeleyen güçlü kadın heykelleriyle doludur. Bu toplumlarda kadının doğa ile bağı, bir tanrıça gibi yüceltilmişti. Ancak zamanla bu kültler, eril tanrıların gölgesinde kaldı. Mitolojiler bile bu dönüşümü yansıtır: Sümer’de İnanna, Yunan’da Gaia, Mısır’da İsis bir zamanların yüceleriydi; fakat sonrasında yerlerini Zeus’a, Ra’ya, Enlil’e bıraktılar.
Yerleşik düzenle birlikte savaşlar da sistematik hale geldi. Toprağı korumak, genişletmek gerekiyordu. Bu mücadele fiziksel güç isteyen bir olguydu ve erkekler ön plana çıktı.
Zamanla toplumun “koruyucusu” erkek oldu; kadın ise korunmaya muhtaç bir varlık olarak görülmeye başladı. Bu, yalnızca biyolojik değil, ideolojik bir değişimdi. Erkek savaşırken, kadın evde beklemek zorundaydı. Gücün tanımı bile değişti: artık doğurmak değil, öldürmek güçlü sayılıyordu.
Toplum düzeni kurallarla pekiştirilmek zorundaydı. Hammurabi Kanunları’ndan başlayarak Antik Yunan’a, Roma’ya kadar kadın; hep bir erkeğin vesayetinde yer aldı. Bir kadının sözü mahkemede geçerli sayılmadı, miras hakkı kısıtlandı, bedeni “namus” kavramına sıkıştırıldı. Dinler de bu yapıyı kutsadı. Tevrat’tan Kur’an’a kadar kadının yaratılış hikâyesi “ikincil” bir kimlik üzerinden anlatıldı.
Kadının aklı sorgulandı, sesi günah sayıldı, arzuları bastırıldı. Ataerki böylece yalnızca bir toplumsal sistem değil, ilahi bir düzen gibi sunuldu.
M.Ö. binyıllarda başlayan bu dönüşüm, bugün hâlâ yankılarını sürdürüyor. Kadının toplumdaki yeri, bedeni üzerindeki hakları, özgürlüğü hâlâ tartışılıyor. Belki de insanlık, binlerce yıl önce unuttuğu o dengeyi yeniden hatırlamak zorundadır.