Bugün size İngiliz asıllı romantik akım şairi Lord George Gordon Byron’dan sözetmek istiyorum. Asıl adı George Gordon olan Byron, 22 Ocak 1788 dünyaya geldi. Lord unvanını taşıyan yakın bir akrabasının ölümü üzerine, Byron adı ve lord unvanı ona geçti. Yani on bir yaşındayken Lord Byron oldu
Byron lord unvanını aldıktan sonra da neredeyse yoksul diyebileceğimiz koşullarda, mutsuz, sıkıntılı bir çocukluk geçirdi. Cambridge'de öğrenim gördü. Doğuştan bir ayağı aksak olan Lord Byron huzursuz, inişli çıkışlı bir karakterdi. Varoluş olgusunu hiç bıkmadan soruşturan şair, içinde yaşadığı çağdan daha insancıl bir dünyaya duyduğu özlemi, şiirlerinde lirik, destansı bir uslupla dile getirdi.
Lord Byron’un maceralarla dolu, fırtınalı bir serüveni andıran yaşamının detaylarını şimdilik bir kenara bırakacağım. Byron’un kısacık bir ömrü oldu, 36 yaşında hayata veda etti (1824). Lord Byron, fazlasıyla hareketli, çok sayıda aşkı barındıran inanılmaz dalgalı ömrüne, ‘çok yazmayı’ başardığı bir edebiyat serüvenini sığdırdı. Bu yanıyla insanlığın sanat mirasına saygıyla anılacak bir şiir ve yazı serüveni bıraktı. İngiliz Edebiyatı konusunda dünya çapında bir uzman olan, şimdi sonsuzluktaki değerli Mina Urgan’ın (Prof. Dr) değerlendirmesine göre Byron, kısacık hayatında ‘Hours of Idleness (Tembellik Saatleri) ve Hebrew Melodies (Ibrani Ezgileri) gibi derlemelerde toplananların dışında, yüzlerce kısa şiir ve üç uzun şiir, sekiz tiyatro oyunu ya da drama biçiminde şiir ve üç uzun taşlamayla, dört bölümlü, neredeyse iki yüz sayfa tutan Childe Harold'u yazdı. Ayrıca sonunda ünlü bir efsaneden ilham alarak bin sayfaya yaklaşan Don Juan'ı yarattı. (Don Juan, aslında hikâyesi dünya edebiyatında defalarca çok farklı yazarlar tarafından aktarılmış efsanevi, kurgusal bir karakter. Bu adlandırma mecazi olarak ‘çapkın’ ya da argo söylemle ‘zampara’ sözcükleriyle özdeşleştiriliyor.) Byron, epik, arada şiirsel düzyazılar ile de bezenen, uzun Don Juan şiirinde; esas efsanedeki kalpsiz bir çapkını temsil eden karakter yerine; arkadaş canlısı, sempatik, doğuştan iyi, ama aynı oranda çapkın bir kahramanı betimledi. Ama Byorn’un Don Juan’ı “baştan çıkaran değil, daha çok baştan çıkarılandı."
İNGİLİZ ŞAİRİN İZMİR İLGİSİ
Elbette bu yazının ana amacı, Lord Byron’un eserlerinin bir değerlendirmesini yapmak değil. Bu zaten bizi aşar. Konumuz dünyaca tanınan bu İngiliz şairin, Türkiye ve İzmir ile ilgisini içeriyor. Lord Byron, 1809-1811 yıllarında sırasıyla Arnavutluk,Yunanistan, İstanbul, İzmir ve Çanakkale’yi kapsayan bir gezi yapmış ve bu sayede Türk kültürünü yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Yine aynı Lord Byron, Çanakkale’ye geldiği 1810 tarihinde, mitolojideki Leandro ve Hero'nun efsane aşkını canlandırmak için Çanakkale Boğazı'nı yüzerek geçmişti. Şair Byron; aşık olduğu Hero adlı kadını görmek amacıyla Çanakkale Boğazı’nı her gece yüzerek geçen Leandros’un mitolojik hikayesine olan saygısını taçlandırmak için, dalgalı suları aşmayı başarmıştı. Byron’un bu heyecanlı gezisine, yakın arkadaşı seyyah ve yazar J.C. Hobhouse eşlik etmişti. Lord Byron İzmir hakkında ne yazmış, diye sorabilirsiniz. Aslında kaynakları iyi inceleyince, bazen dünya edebiyat çevrelerinde Şiir Tanrısı olarak da anılan şair Byron’un, izmir’i yazmaktan daha çok edebiyat serüveninde şehrimizden ilham aldığını görürüz. Byron 5 Mart 1810'da İzmir'e gelmiş, şehirdeki günlerinin çoğunluğunu Buca'da John Gout'un köşkünde geçirmişti. Ayrıca Bornova’da da konuk olmuştu. İzmir dışında Efes’i de detaylı gezmişti. Yunanlı Yazar Kararas’a göre Lord Byron İzmir’de konuk olduğu evin romantik atmosferinde en önemli eserlerinden biri olan “Harold’un Haç Yolculuğu” adlı (Child Harold Pilmigrage) kitabının önemli bir bölümünü yazmıştı.
Yine Livio Mıssır adlı yazar da, bir kitabında Lord Byron'ın “Abydos'un Gelini” adlı eserine İzmir’de başladığını ve önemli bir bölümünü burada kaleme aldığını öne sürmüştü.
(Uzun bir şiir olan ‘Abydos'un Gelini’, döneminde Byron’un ününe çok katkıda bulunmuştu.)
‘Abydos'un Gelini’, tamamen Türkiye'de geçen romantik bir hikaye; bir Türk asilzadesi olan Selim ile başka bir adama söz verilen güzel genç bir kadın olan Züleyha arasındaki yasak aşkı konu alıyor. Hikaye, Türk manzarası ve kültürünün canlı tasvirlerinin yanı sıra aşk, onur, ihanet içeriğiyle öne çıkıyor. Byron'ın şiirsel dili ve hikaye anlatımı, bu eseri romantik edebiyatın zamansız bir klasiği yapmayı başardı.
TÜRKÇE BAŞLIKLI YAZI
Peki sizce Lord Byron elinde olmadan Avrupa literatürüne ‘Gavur’ sözcüğünü tanıtarak, arada şehrimizin dönem dönem ‘Gavur İzmir’ olarak anılmasına bir katkıda bulunmuş mudur?
Evet bunun dolaylı bir şekilde gerçekleştiğini rahatlıkla vurgulayabiliriz. Çünkü Lord Byron “Türk Hikâyeleri”nden ilki olan The Giaour, A Fragment of a Turkish Tale’de (Gâvur, Bir Türk Hikâyesinden Bir Kısım) Gâvur sözcüğünü Batı’ya armağan etmiştir. Uzun dramatik bir şiir olan The Giaour’da, Byron kahvehanelerden birinde bir halk hikâyecisinden duyduğu anlatıyı, kendi yaşadığı bir olaydan da esinlenerek kurgulamış, dört farklı karakterin bakışıyla, Türklerin değerlerini ve inançlarını bir balıkçının ağzından aktarmıştır. Elbette The Giaour, yayımlandığı yıllarda hem çok beğeni, hem de bazı eleştiriler almıştır. Eleştirilerin odağı, kültürümüzün direkt yoğun şekilde yansıtılması olmuştur. Örneğin Aralık 1813’de The New Review’da yayınlanan bir yazıda, Byron’ın İngilizcede “gâvur” anlamına gelen “infidel” kelimesi yerine, Türkçe bir başlığı direkt kullanması eleştirilir. Yeri gelmişken, şehrimizde sık sık gündeme gelen ve genellikle çarpıtılan "Gâvur İzmir" adlandırmasının kökenine bir kez daha bakalım. Gazeteci ve araştırmacı değerli Murat Bardakçı’nın da bir yazısında vurguladığı gibi; “Bu ifadenin günümüzün yahut Osmanlı döneminin İzmir’i ile hiçbir alâkası yoktur ve geçmişi çok daha eski asırlara uzanır! ‘Gâvur İzmir’ sözü ile bugünün İzmir’i değil, sahil bölgesindeki bir şerit kastedilmiş”tir.
İKİ AYRI KENT GÖRÜNTÜSÜ
Murat Bardakçı, dışarıdan bakıldığında 15’inci yüzyılın ilk senelerine kadar iki ayrı İzmir görüntüsü olduğunu belirtmiştir. Burada kastedilen “Hristiyanlar’ın kontrolünde olan sahil kesimindeki İzmir ile Müslümanlar’ın hâkim oldukları iç kısımlardaki ‘yukarı’ İzmir’dir.”
Zaten bu tablo uzun yıllar devam etmiştir. Sonuçta şimdi hâlâ arada gündeme gelen “Gâvur İzmir” deyiminin kökeni buna dayanır. Lord Byron da, belki İzmir’de bulunduğu yıllarda bu gündelik kullanımdan etkilenerek, bin 134 dizelik şiirine “Gâvur, Bir Türk Hikâyesinden Bir Kısım” adını vermiş, bu sözcüğü de Türkçe kullanarak Batı’nın dikkatini çekmiştir. Yine Kent-Yaşam adlı sitede yer alan bir yazısında, konusunda uzman olan değerli Metin Özer de (Dr.) benzeri bir değerlendirme yapmıştır:
“Gavur terimini Avrupa literatürüne yerleştiren Lord Byron, 1867’deki Vilayetler Kanunu öncesinde yakınlarına yazmış olduğu mektuplarında kentten sadece ‘İzmir’ olarak söz etmektedir. ‘Gavur İzmir’ tanımı kullanmamaktadır. Frenk Mahallesi ve civarı için ‘Gavur İzmir’ nitelemesi 1867’den sonra Batılılar'ın diline geçmiştir.”
Bu tespit de Byron’un iradesi dışında ‘Gavur İzmir’ nitelemesine dolaylı katkıda bulunduğunu gösterir. Yine Byron ile birlikte Doğu gezilerinde yer almış yakın dostu olan yazar seyyah/John Hobhouse, “İzmir’in Frenk Mahallesi, Petit Paris ismiyle övülmekte ve bu ismi de hak etmektedir” diye yazmıştır. (Bu alıntıyı Reinhold Schiffer’in yıllar önce kaleme aldığı bir makaleden aktardım. ‘Avrupalılar’ın 19. yüzyıl Başlarındaki İzmir’le İlgili Görüşleri’ başlıklı Çiğdem İpek’in çevirisini yaptığı geniş makalede, Avrupalı birçok gezgin yazarın İzmir için ‘Le Petite Paris du Levant’ yani ‘Levant’ın küçük Paris’i’ benzetmesini kullandıklarını okuruz. Zamanın gezgin yazarlarının İzmir’i Küçük Paris’e benzetmelerinin temel nedeni, ağırlıklı olarak İzmir’imizde şimdi de varlığını sürdüren, canlı sosyal ilişkiler, özgürlük duygusu, Akdenizli rahatlığı ve şehrin sunduğu olanaklardır.)
TÜRKLERE HAYRANDI
Biz yine Lord Byron’un şiirine, hayatına ve yaşadıklarına odaklanalım. Eserlerinde İzmir ve İstanbul’dan ilham alan şairin, içinde İzmir geçen bir dizesi ile karşılaşmasak da, İstanbul Boğazının tasviri Don Juan’da, şu dizeyle yerini bulmuştur: “Her bir yalı Boğaz’da/ yeni boyanmış, opera dekoru havasında” (Don Juan V, 46)
Bu arada Lord Byron’un Türklere olan hayranlığını da vurgulamak gerekir. Örneğin Byron ilk yolculuğu sırasında yazdığı Mayıs 1810 tarihli mektupta, Türklerin Ingilizler gibi gevezelik etmeyen, az konuşan, aklı başında insanlar olduğunu anlatır. Aynı tarihlerde annesine yazdığı bir mektubunda, Türkleri çok vakur bulduğunu söyler. (Kaynak: Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi) Eylül 1811’de ise kız kardeşine yazdığı mektubunda, gene Türklerin yanına dönmek istediğinden söz ederken, "I believe I shall turn Mussulman in the end" (sonunda Müslüman olacağım galiba) diye şakalaşır. Lord Byron’un Türkiye’ye gelmeden, Osmanlı yönetimindeki Arnavutluk’ta ünlü Tepedenlenli Ali Paşa ile kurduğu dostluk, bunun şiirlerine nasıl yansıdığı, Atina’daki günleri, sonunda genç yaşında Yunanistan’daki ölümünün hikayesi, belki başka bir yazının konusu olabilir. Bu kadar maceranın, bu derece yoğun üretimin, bu kısacık ömre sığabilmesi ise hayranlık vericidir. Gelin bu büyük şairi, İzmir’e geldiği yıldan tam 214 yıl sonra yine İzmir’den yaşamının sanki bir özeti olan aşağıdaki dizeleriyle selamlayalım:
“Ama ben yaşadım ve boşuna yaşamadım:
Zihnim kuvvetini, kanım ateşini kaybedebilir,
Ve bedenim acıyı yenerek yok olabilir,
Ama içimde İşkenceyi ve zamanı yoracak
ve ben öldüğümde nefes alacak bir şey var”