Burnunu sokmadığın bir ekonomi alanı kalmıştı, o da tamam oldu demeyiniz. Meramım bir kentin kültür ve sanat “pazarının” haline dairdir. İzmir’in on kültür ve sanat emekçisinden sekizi durumdan yakınıyorsa, birinin bunları açık, net ve Türkçe konuşması, kapı açması gerekir. Bu durum, halının altına süpürerek görmezden gelinemez. Dedikoduyla, arkasından etmediğin laf bırakmadığının yüzüne söylememekle, hele ki medar-ı maişet motoruna görece bir rota buldun diye, daha dün herkesten fazla yakınırken bugün konjonktür aşkına sus pus kesilmekle, hangi sorun çözüme ulaşmıştır, haksız mıyım?
Geçenlerde saygın bir dergimiz, olana bitene dair bir söyleşi yaptı. Sorulardan biri de, kentin yetiştirdiklerinin kent tarafından nasıl değerlendirildiğine dairdi. Bu konuda öteden beri yazdıklarımız söylediklerimiz ortadadır. Söyleşi, bir kere daha toparlamaya ve derli toplu anlatmaya zemin yarattı. Mealen aşağıdaki yanıtı vermeye çalıştım:
Yalnızca ithalatla yetinmenin nelere yol açtığını görmek için, ülke tarımından sporuna, düşünsel-bilimsel birikiminden uluslararası saygınlığına şöyle bir bakmak yeter. Bu durum, kentler için de geçerlidir. Bir kentin kimliği, ona özgü kültürel birikimle ve bu birikimin başta sanat olmak üzere, hayatın her alanına ne kadar yansıdığıyla ölçülür ve sorgulanır. İçine kapanık yaşamak çürütür, yalnızca dışardan gelenle yetinmek ya da ona bel bağlamak ise kimliksizleştirir. Dışardan geleni göğüsleyecek ve onunla birlikte zenginleşecek bir iradeniz, duruşunuz ve üretiminiz yoksa geçmiş olsun. Bunun için ilk koşul, kentin potansiyeline saygı duymak, ihmal ve ertelemelerle kalbini kırmamak, dışardan gelenin yanında “beşinci sınıf muamelesi” yapmamak, kısaca ayağına kurşun sıkmamaktır. Bugün herhangi bir etkinlikte, kentin toplulukları, düşün ve sanat emekçileri olarak kendilerini dışlanmış hissediyorsa, bu yalnızca onların sorunu olamaz değil mi? Kimseyi üzmek istemem ama örneğin akademik anlamda 40 yıllık tiyatro ve sinema okuluna sahip bir kent, hala sanatsal üretimin, yapılanmanın ve kurumsallaşmanın nasıl olacağını tartışıyorsa, durum vahimdir. Örneğin, her taşı bin öykü anlatan bir kentin, hala dişe dokunur bir sinema ürünü ortaya koyamamasını, bu bağlamda çaba gösterenlerin ilgiden ve destekten yoksun bırakılmasını dehşetle görmemiz gerekirdi. Ortasında antik bir tiyatro bulunan İzmir’den söz ediyoruz. Bunun taşıdığı değeri, önemi, bin yılın kültür ve sanat mucizesi olduğunu hala içselleştirememiş, paydaşlık yaratamamış haldeyiz. Bütün bunlara ilaç, değerleri ne olursa olsun, yalnızca ithal kişiler ve işler olamaz. Kako durağına bıraksan, Manavkuyu’ya gidemeyecek kadar kentin yolunu, suyunu, huyunu, kokusunu -haklı olarak- bilemeyecek olanlarla, bir kentin ne turizmi, ne ticareti, ne sporu, ne mimarisi, ne de kültürü ve sanatı gelişebilir. Bunu kent şovenizmi ya da mikro milliyetçilik adına söylemediğimi, yazıp eylediklerime aşina olanlar iyi bilecektir. Kültür ve sanat alanındaki hemen her girişimi “ilk kez”, “birinci”, “nihayet” gibi sözcüklerle tanıtmak, afişte ve neonlarda afili durabilir ama bir adım geriye çekilip baktığımızda, bu durumun kent adına ne kadar hazin bir itiraf olduğunu artık görmemiz gerekiyor. Kültür ve sanat, her gün yeniden ya da her yeni gelenle sıfırdan başlayan bir şey değildir. “8500 yıllık bir kent” tanımı, yalnızca nüfus kâğıdı bilgisi değildir. O tanımın, bu kentin birikimini ve bugün onun izinde her şeye ve herkese rağmen üretenleri de anlattığını bilmek gerekir. Esasında dışardan gelenlerin işleri, ancak böylesi bir iklimde anlamlı hale gelebilir, dahası ve en hayırlısı İzmir’e gelenlerin hatırı sayılır bölümü, “Ne versek yer” duygusundan uzaklaşıp, kendilerine çeki düzen verebilir. Kendimize saygımız sorunluysa, değerlerimizi yalnızlaştırıyorsak, potansiyelimizi onurlandırmıyor ve gelişmesini dert edinmiyorsak, başkasından nasıl saygı bekleyebiliriz ki? Bu kentten yetişenler, şimdi çok uzaklardaysa ve sayıları gittikçe çoğalıp, bir gün ithal olarak kente dönüp iki fotoğraf, üç beyanat patlatıp dönüp gidiyorsa, sorunu görmezden gelemeyiz. Bütün bunları yıllardır söylüyor, yazıyorum. Ama bir şeye daha inanıyorum. Kültürel ve sanatsal çalışmaların niteliğini, üretim yerleri belirlemez. O arkeolojinin ya da başka bilim dallarının ilgi alanına girer. Kentin sahipleneceği işleri üretmek de, o kente dair duruşu olan emekçilerine düşer. Kapı açtık, gerisini konuşuruz.