Sanki bir yerlerden emir almış gibi Atatürk ve silah arkadaşlarına hakaret etmeye çalışıyorlar. Yandaş medyada gün geçmiyor ki eleştiri görünümü altında Büyük Önder'e saldırı olmasın.
Hain darbe girişimi sonrası biat ettikleri partinin binasına astıkları dev Atatürk posterini unutup, Atatürk ve devrimlerine ağır eleştiriler getiriyorlar.
Bari bu zafer haftasında susun. Biraz tarih okuyun. Bugünlere hangi koşullardan geçerek geldiğimizi anlamaya çalışın. Pek hoşunuza gitmeyecek ama gelin 94 yıl öncesinin koşullarını bir anımsayalım;
Büyük taarruzun zaferle sonuçlanmasından sonra, bölgedeki yerleşim yerleri bir bir düşman işgalinden kurtarılmaktadır. Uşak'dan sonra bugün de Bilecik'den Söğüt'e, Bayındır'dan Simav'a, Tire'den Kula'ya topraklarımız geri alınmıştır. 5, 6, 7, 8 Eylül'de Balıkesir, Aydın, Manisa ile devam edecek Zafer Yürüyüşü 9 Eylül'de İzmir'de sonlanacaktır.
Ordumuzun yürüyüşü Zafer Yürüyüşü'dür ama bu yürüyüş acılarla, hüzünlerle doludur.
Atatürk'ün silah arkadaşlarından Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, anılarında o günleri şöyle anlatır;
"İcra Vekilleri Heyeti Reisi Hüseyin Rauf ve Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey'lerle beraber Ankara'dan otomobille hareket ettik. Konya'dan trenle Uşak'a geldik.
Uşak'da müthiş bir manzara ile karşılaştık. Şehrin en mamur yerleri yanmış, yakılmış bir harabeye çevrilmişti. Vahşice katliamlar yapılmış, birçok kadın, erkek ve çocuk naaşları ortada bırakılmıştı. Elimizden geldiğince Uşaklıları teskine çalıştık. Milli Mücadele'yi yaratıp yaşatanların şehri tekrar ihya edeceğini söyledik. Mümkün olan yardımı da yaptık. Burada nur hüzlü, ak kısa sakallı bir ihtiyardan duyduğum şu sözleri hiç unutamam;
'Zafer günlerini görmeden ölseydim, gözlerim açık giderdi. Ne gam oğul intikamımız alındı.'
Ertesi gün öğleden evvel Manisa'ya geldik. Burada da aynı feci manzara ile karşılaştık. Manisa, işgal yıllarında çok ızdırap çekmişti. Geri alınmasından iki-üç gün evvel düşman askerleri halkı katliama tabi tutmuşlar, baştan başa tarih olan bu şehri ateşe vermişlerdi.
Biz tren istasyonuna girdiğimiz sıralarda, düşman esirleri muhafaza altında ve yürüyüş kolu nizamında kışlaya götürülüyorlardı. Birdenbire ortalık karıştı. Siyah çarşaflı bir Türk kadınının dişi bir kaplan gibi esirlerden birinin üzerine atılıp altına aldığını ve boğazına sarıldığını gördük. Muhafızların müdahalesiyle esir güçlükle ölümden kurtulabildi. Biraz sonra hadiseyi öğrendik.
Bu kadın Manisa'nın kenar mahallesindeki küçük bir evde yavruları ile oturan bir asker karısı idi. Üzerine hücum ettiği asker de işgalde görev almıştı. Gizlice bu eve musallat olan bu düşman askeri ve kendisi gibi tıynetsiz birkaç arkadaşı, kadının yetişkin kızına tecavüze yeltenmişlerdi. 30 Ağustos'ta düşmanı yere seren kahraman Türk Ordusu'nun Manisa'ya yaklaştığı günlerde de hem bu zavallı Türk kadının evini yakmışlar, hem de kızını öldürmüşlerdi. Evladının şehadeti üzerine bir çılgın gibi dağlara kaçmış, ordumuzun Manisa'ya girdiğini öğrenince de, kızının intikamını almak üzere katilleri aramaya, kimseye sezdirmeden esirleri birer-birer tetkike başlamıştı. Nihayet bizim tren istasyona vardığı sırada katil askeri görmüş, onu boğmak ve öldürmek için olanca hiddetiyle üzerine atılmıştı.
Manisa'da buna benzer birçok acıklı hikayeler dinledik. Zalim düşman neler neler yapmamıştı. Mağlubiyetlerin intikamını masum, silahsız ve müdafaasız halktan alçakçasına almak istemişti."
İşte böylesine hazin hikayelerle doluydu Zafer Yürüyüşü. Atatürk ve silah arkadaşlarına saldırmayı görev edinen yandaş medyanın hiç değilse bu günlerde susmasını, kuyruğunu kıstırıp yerinde oturmasını beklemek en doğal hakkımız olsa gerek.