Bir ülkenin fotoğrafı en net, en rötuşsuz haliyle, sokaklarından çekilir. Orasıyla burasıyla oynanan istatistikler, çarpıtma pardon düzeltmelerle yazılan raporlar, sanki hayatında dışarıya adım atmamış gibi, insana “Acaba başka bir ülkeden mi söz ediyor?” dedirten zevatın, sabah akşam saçtığı beyanlar, ne yaparlarsa yapsınlar bu fotoğrafı düzeltemez. Sokağa çıkmak, hayatı görmek, o fotoğrafı ne anlattığını kavrayacak algıya sahip olmak gerekir. Ama parçası olduğunu unutmadan, mutlaka bir yerinde durduğunu atlamadan, kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi, bütün bunlardan azade saymadan…
İşte tam bunları yazıyorken başladı yan sokakta davul zurna. Paragrafın sonundaki üç nokta, yazıyı süslemek için değil, davulun tokmağı kafama kafama inip, zurnanın sesi olanca düşüncemi üfürüp götürdüğü içindir, çaresizliktendir. Pazar günü, 13.00 suları ve işgale uğramış durumdayız. Sabah incir ağacını silkelemesine yardım ettiğim yaşlı teyze, tansiyondan yakınıyordu. Karşı komşunun küçük çocuğu hastaydı. Üst katımdaki yöneticimizin, en küçük gürültüde sinirleri oynar. Diyelim ki ben, altı yedi paragraflık bu yazıyı saydıra saydıra bitiririm de, onlar bu hadsiz ve densiz davul zurna işgalinde ne yapıyorlar ki? Hayata ve yan sokağa, bu yazının konusuna yaptıkları tedarikçilik için, can-ı gönülden teşekkürler! Oysa benim kafamda, sayısız ömür törpüsü örnek zaten vardır.
15 Temmuz’daki yobaz kalkışma, yüzlerce cana ve binlerce yaralıya mal olarak bastırıldı. Antidemokratik bir suçun deşilip, tüm irinlerinin boşaltılması, bunu yaparken yardım ve yataklık suçlarının da gözden kaçırılmaması gerekiyor. Öyle ya, on binlerce insanın hesap vermeye çağrılıp, onların bu süreçten değişik tonlarda etkilenecek yüz binlerce yakını, bir bekleme sürecine sokulurken, yardım ve yataklığa dair itirafları, özürleri, ahmaklık beyanlarını ne yapacağız? Demokratik ülkelerde, adaletin vicdanı ile hukukun evrensel işleyişi ve kurumlarından başka dayanak yoktur. Sapla samanı, darbeciyle muhalifi, eli kanlı yobazla düşüncesinden ve beyanından başka bir şeyi olmayanı birbirine karıştırmadan yaşanacak bir süreç… Başka türlü arınamaz, nefes alamaz, güvenle yarınlara bakamayız. Laf lafı açıyor, konumuza dönelim. 15 Temmuz’la birlikte, polisi, askeri, yargıcı, savcısı, valisi, kısaca hayatın tüm alanlarından FETÖ denen çetenin mensupları, demet demet yakalanıp, hesap kitap başına oturtuldu.
İtiraflarını, çeteye dahil olma gerekçelerini, oralarda hangi ilişkileri nasıl yaşadıklarını okudukça, insan bir daha ve bir daha dehşete düşüyor. 14 Temmuz mesai bitimine kadar, bu ülkenin yurttaşları bu tiplerle muhatap oluyordu, değil mi? Örneğin, “Maarif abisi”nden feyz almış bir müdürün gadrine uğramış öğretmen, mesaiye “adliye imamı”ndan icazet ve talimatıyla başlamış bir savcıdan, “adalet” istiyordu demek! Söz gelimi, tepemizden geçen F-16’yı kullanan ve yetişmesi için bu ülkenin milyonları harcanan o pilot, güne, okunmuş 1 doları öpe okşaya cüzdanına yerleştirerek başlamıştı, öyle mi? Uzatmayacağım, midem kalkıyor.
Bu tiplerle hayatlar karartılmış, bu ülkenin bilimi, sanatı, ekonomisi, sporu, çocukları, gençleri, canı, malı ve namusu bu tiplerin eline bırakılmıştı demek! 14 Temmuz mesai saatine kadar, oydukları, kirlettikleri, yıllarını ve birikimlerini çaldıkları bu ülkeye, son darbeyi vurmak için, 15 Temmuz’u “tav zamanı” ve tam zamanı gün olarak seçmişlerdi demek!
Ama daha yakıcı sorun şudur, nerelerde yetiştiler, onca makam mevki para pul sahibi olmalarına rağmen, nasıl bu kadar cahil ve yobaz kalabildiler? Nasıl buralara kadar gelebildiler? Onlar darbeyi başaramadı, ama biz insanımıza dair “kalite kontrol”e mecburuz. Çünkü o davul zurna, hala çalıyor!