En insani duygudur. Gizlemek, örtmek, hele ki bunun için yalana, düzenbazlığa sığınmak, “insan özgü” bir niteliği daha reddetmektir. Hem kendini, hem çevreyi aldatmak ve hazin olan odur ki, aldattığını sanmaktır. Bu korkunun, hurafelerle, bilgisizlikle, martavallara inanmakla bir ilgisi yoktur. İki ay sonra sel basacak dere yatağına ev yapmaktan korkmayan ilkelin, özgür düşünmekten ve öğrenmekten korkması, buna bir örnektir. İnsanoğlunu bugünlere getiren, merak, korku, kuşku gibi evrensel duygulardır. Bu duygular olmasaydı, bilim, sanat, felsefe olmazdı. Bizi bugünkü düşünce zenginliğine, yaşam olanaklarına ve çağdaşlık göstergelerine ulaştıran bunlardır. Ulaşamayanlar geride kalmış, insanlığın arka bahçesine düşmüş, günü geçirdiğini sanırken, dününü ve yarınını yitirdiğini görememiştir.
Varlıklarını korku üstüne kuranların tek çaresi, topluma egemen olan korkuyu azaltmamak, sık sık anımsatılmak ve bir yaşama biçimi olarak dayatıp, kabul ettirmeye çalışmaktır. Baskıcı yönetimler, sınıfsal egemenlikler, onların yaşamasını sağlayan yasalar, şiddet, terör ve nihayet savaş, korkunun bir yaşama biçimine dönmesi için uygulanan, başlıca yöntemlerdir. Çağdaş, aydın sorumluluğuna sahip ve daha yaşanır bir dünyanın kurulabileceğine inanan, bunun için çaba gösteren bir insan, bunlardan korkmaz. Demagojileri, tek ayak üstünde kırk yalan söylemeleri, vatan millet din kavramlarını habire savurup, birer reklam spotuna dönüştürmeleri, hele hele habire konuşup durmaları, “özgür insan” için, beş para etmez değerdedir. Tam tersi, eylediklerinden dolayı bu haldedirler. Nazım Hikmet, olanca özgürlüğü ve korkusuzluğuyla, onları, içlerinden biriyle özetleyivemiştir: “Mussolini çok konuşuyor Taranta Babu / çok korktuğu için / çok konuşuyor!” Bugünlerde doğumun 100.yılına armağan olsun diye, adına ve anısına sahne oyunu yazdığım Aziz Nesin, bir öyküsünde, tutuklu biri ile işkencecisini anlatır. İşkenceci soysuz, tutukluyu sorgulamakta, biraz sonra başlayacağı işkencelere hazırlanmaktadır. Sürekli sorular sorar. Tutuklu yalnızca şunu söyler: “Korkuyorsun!” Onlarca sorusuna karşılık, onlarca kez aynı yanıtı işitir işkenceci manyak: “Korkuyorsun!” Tutuklunun bu tavrı, yaratığın bütün kurumunu, çalımını, güvendiği dağları yıkıp, içindeki gerçeği ortaya çıkarır: korkuyu. Öyküdeki yaratığın gerçek yaşamdaki karşılığı, örneğin güçten, iktidardan, koruma kılıfından düşüp, yakayı ele veren zavallıların, mahkemelerde hesap verirken sergiledikleri aşağılık, ağlak ve insanı insanlığından utandıran halleridir. Bir de “somun yiğidi” kılıklılar vardır ki, onu da örneğin, 12 Eylül’deki “Aydınlar Dilekçesi” sürecinde, kimi “korku dönekleri” sayesinde görebilirsiniz. Bu dilekçeyi ve özellikle Aziz Nesin’in savunmasını, mutlaka okumanızı ne çok isterim.
Hepsi birer korkak olan ve bu duygusunu her türlü yöntemle bastırmaya çalışanların yol açacağı sonuçlar… İşte bizim korkumuzun gerçek nedeni budur. Korkumuzun, belgeli, kanıtlı, yazılı çizili, bilimin ve ahlakın süzgecinden geçmiş gerekçeleri vardır. Tarih, korkakların yol açtıkları skandallarla; onlara direnen bireylerin, halkların, ulusların yazdığı itiraz ve direnmelerin toplamıdır. Dünya hala dönüyor, biz hala yarından umudumuzu kesmiyor ve var gücümüzle üretmeye ve bölüşmeye çalışıyorsak, bu ibretlerin farkında olduğumuzdandır. Özetleyelim, biz korkaklardan ve dayattıklarından değil, onların yaratacağı insansızlık ve insafsızlık ikliminden korkuyoruz.
Savaşlardan, çocuklarımızın geleceğinin çalınmasından, insanların demet demet ölmesinden, yoksulluk ve yoksunluğun cehenneminden, açlıktan, adaletsizlikten, güzelim ülkemizin ve dünyamızın hazin süreçlerde mahvolmasından, cehaletten, yozluktan, ilkellikten korkuyoruz.
İnsanlığımız, korkmayı doğallaştırıyor. Korkuyu yaratan iklime itiraz ve direnmeyi de, bir “insanlık hakkı”na dönüştürüyor.