Keşke mutluluğa ya da mutlu ilişkilere dair birçok yerde iddia edildiği gibi sihirli formüller sahiden olsaydı. Fakat yok…
Ama mutsuzluğa dair var. En azından neleri yaparsak bir ilişkide ya da hayatta mutsuz oluruz aslında biliyoruz. Bu bildiklerimizden bilmediklerimizi çıkarırsak belki mutluluğa bir adım daha yaklaşırız. Belki de en başından başlamak gerek. Aşkın tanımından… Hani şair diyordu ya, ben seninle sevgilim, mutsuz ama bahtiyardım. Sahi, mümkün mü böylesi de? Hep mutlu olmak mı gerek mesela?
EMEK İSTER
Stanley Kubrick, hayatın anlamsızlığı, insanı kendi anlamlarını yaratmaya zorlar, der. Sanat bu anlamlardan biridir. Aşk da öyle. Her ikisi de zaman alır ve emek ister. Aşkı sanata benzetmem öylesine değil. IngeborgBachmann, her erkek ve her kadın aşık olabilir mi?, sorusuna çok kesin bir “hayır” yanıtı verir ve ekler, aşk bir sanat eseridir. Herkes sanatçı olamaz. Sahiden de aşk bir yetenek işidir çünkü ancak kendi egosundan vazgeçebilen biri, aşkın gereksindiği o teslimiyete razı olacaktır. Oysa özellikle de erkekler, aşkı bir güç mücadelesine çeviriyor, aşık olmayı yenilgi sayıp, kadınla bir güç, iktidar savaşına giriyor ve bu savaşta her iki taraf da kaybediyor. Halbuki biriyle gerçek bir ilişki kurabilmek için önce kişinin kendisiyle ilişkisinin olması gerekiyor, kendi yalnızlığından, kendi sessizliğinden keyif almayı bilmesi gerekiyor. Aksi halde, başa çıkamadığı bu yalnızlığa kalkan olsun diye bir eş, sevgili seçiyor yani o kişiyi aslında kullanıyor. Baştan bir kandırmaca ile başlıyor ilişki ve çabucak yıkılıyor. Kendini tanımayan biri, bir başkasını nasıl tanıyıp anlayabilir ki?
‘BEN’ VE ‘BİZ’ İLİŞKİSİ
İlişki “biz” olmak demek belki ama biz olacağız derken, “ben” ortadan kaybolursa, ihmal edilen o benlik; eşi, sevgiliyi içten içe suçlamaya başlıyor. Bu nedenle ben ne kadar mutluysa, biz o kadar sağlıklı bir iletişimin içinde oluyor. Oysa tüm iletişim araçlarının mevcut olduğu bu çağda, ilk yitirdiğimiz şey gerçek bir iletişim, değil mi? Birbirimizi anlamaktan ne ara bu kadar uzaklaştık? Aşkı neden küçümsemeye, alaya almaya başladık? Denge nerede bozuldu? Nietzsche bize şunu söylememiş miydi? “Bir nedeni olan kişi, her nasıl’a katlanır.” Aşk işte o nedenlerin başında gelir. Bir ilişkinin mayası, iki insanı dört duvar arasında tutan o güçlü harç, aşk olmalıdır. Aşk ne ister peki bizden? İçtenlik, canlılık, güven, şefkat ve kendini adama…
Hepimiz olabileceğimizi bildiğimiz kişi olmamız için varlığıyla bize ilham verecek birini arıyoruz belki de.
O ilham ancak aşkla ortaya çıkıyor. Aşkın dönüştürücü, öğretici, geliştirici yanı her bireyin kalbinde ihtiyaç duyduğu o kıvılcım işte. Mutlu ve tatminkar ilişkilerin yolu bu yüzden aşktan geçmeli. Bir çocuk, anne ve babasının birbirine sevgiyle, şefkatle baktığını görerek büyümeli. Sevgiyi ailesinde yanlış görerek hatta görmeyerek büyüyen bir çocuğa sunabileceğimiz tek şey, mutsuzluk. Aşıklar Gece Ölür romanımın ilk etkinliğini iki önemli psikiyatr ile gerçekleştirmiştim. Psikiyatr Dr. Agah Aydın, çok önemli bulduğum şöyle bir cümle kurdu orada: Hayat karşısında kişinin takınacağı tutum ve davranışları, nasıl sevildiğine göre şekillenir. Sanırım güneş giren eve sevgi de giriyorsa, o eve hastalık girmez, demek daha doğru olur. Çocuklarımızın anne ve babalarının birbirine olan davranışına göre bütün hayatlarının şekillenmesi ne kadar büyük bir sorumluluk farkında mısınız? Çevremde çokça tanık oluyorum. Apayrı dünyaların insanı, bambaşka hayallere sahip hatta belki başka yaşamlar düşleyen iki bireyin sadece çocukları olduğu için bir arada kalmaya devam ettiklerini görüyorum. Sözde çocuğun iyiliği için alınan bu karar çocuğa büyük zarar veriyor olabilir. Çocukların ilk fark ettikleri şey, samimiyetsizliktir çünkü. Bizler sevginin ne olduğunu bile tam bilmiyoruz ki. Özünde iyi niyet olduktan sonra, her sorun aşılabilir ama aşkı yanlış tanımlarsanız, en baştan kaybedersiniz.