“…

Gecenin geç saatlerinde
Sayıyordu telgraf telleri
Savaş alanında kalan ölüleri
O zaman dost ve düşman sessizleşti.

Yalnız analar ağladı
Her iki yanda.”

Bertolt Brecht ‘in yazdığı, dilimize “Çağcıl Söylem” adıyla çevrilen şiirin son bölümünü okudunuz az önce ve yaşanan herhangi bir savaşın ardından kalanı özetledi bize… Ve eğer kaldıysa ya da kalıyorsa elbet ki… Ağlayan anaları bir simge olarak yüreğimize vuran Brecht de biliyordu ki, ağlayanlar sadece analar değildi! Görüyoruz işte; Rusya’nın çılgınca saldırısı ile gelişken teknolojik aygıtlara yansıyor, anaların, babaların, bacıların, gardaşların ve çocukların ağlayan yüzleri…

Karadeniz kıyılarına daha fazla hâkim olmak isteği ve elbet Ukrayna topraklarındaki her tür zenginlik, yenice delirtmiyor Rusya’yı… Uzun zamandır sınır çatışmaları yaşanıyordu zaten iki ülke arasında… Özellikle de 2015 yılından itibaren bugüne dek giderek arttı Rusya’nın tacizleri…

Her savaş, yaşamın her alanını kısıtlar ve bazı alışkanlıkları ise süresince yok eder. Spor da, savaşlar süresince yok edilen alışkanlıklarımızdan biri değil midir? Bakınız, Avrupa futbol arenasında uzunca süredir Shakthar Donetsk takımının esamesi okunmuyor. Ülkemizin de çok yakından tanıdığı teknik adam Lucesku’nun uzunca süre çalıştırdığı bu ekip, Avrupa kupalarının korkulan ekiplerinden biri haline gelmiş ve Uefa Kupasını da müzesine taşıma başarısı göstermişti.

Bunun gibi aslında çok yaşanmışlık var; 90’lı yıllarda Avrupa’nın göbeğinde patlayan ve bir futbol ekolü olan Yugoslavya’nın dağılmasına sebep olan savaşın sonunda ortaya çıkan ülkeler, sportif anlamda ancak toparlanıyorlar. Yugoslavya’nın Kızılyıldız adlı futbol takımı da, ülkenin dağılmasına kadar Avrupa’nın korkulu rüya gördüren ekiplerindendi. Ve ancak yeni yeni tekrar bu isim ile aşına oluyor futbolseverler…

Savaşlar sürerken, ne yaz olimpiyatları olur, ne kış... Ne futbol turnuvaları düzenlenir, ne de farklı spor branşları ile ilgili yarışmalar… Geçmiş, ne yazık ki, bu savı destekler gerçeklerle dolu… Özellikle de, yaşanan Dünya Savaşlarında sadece bölgesel değil, tüm dünyada birçok organizasyon yapılamamış ya da yarım kalmış. Ancak o zamanlardan, çok ilginç efsane isimler de doğmamış değil sportif anlamda…

Bugün sizlere işte böyle bir ismi; ancak savaş efsanesi değil, futbol efsanesi olmuş bir ismi yazacağım; Bernhard Trautmann.

Bir Alman olan ve Nazi Almanya’sının içinde büyüyen Bernhard, babasının da Nazi partisi üyesi olmasıyla, milliyetçi akımdan ziyadesiyle etkilenmiş ve gençliğe adım attığı ilk yıllarda henüz başlayan İkinci Dünya Savaşında, cephede savaşan bir asker olarak bulmuş kendisini ki, daha on sekizindeydi.

Hakkında yazılı olan kaynaklarda çok şanslı bir asker olduğundan bahsedilir hep; defalarca esir düşmesine rağmen Bernhard, bir şekilde sürekli kurtulmuştur esaretten… Ve hatta ölümden… Ancak savaşın sonlarına doğru ki, Almanya’nın artık gücünün kırıldığı zamanlardır, Bernnhard Belçika’da esir düşer. Ve bu defa kurtulamaz ama yine şanslıdır ve hala hayattadır. İngiltere’ye, esir kamplarına gönderilir. Geçen sürede, İkinci Dünya Savaşı bitmiştir bitmesine de, esirler henüz serbest değillerdir. Kamplarda kurulu futbol takımları vardır İngiltere’de… Kendisine, Bernhard yerine Bert diyen İngilizler, onu ilk defa, bir köy takımıyla esir kampından kurulmuş bir takımın yaptığı maçta izlerler. Kalesinde devleşen ve ünü gittikçe yayılan Bert, 1949 senesinde yapılan anlaşmalarla serbest kalır. Artık esir olmadığı gibi Almanya’ya da dönebilecektir. Ancak o, yurduna dönmek yerine orada yaşamayı seçer ve bir çiftlikte çalışırken, futbol oynamaya devam eder.

Ve beklenen olur, Manchester City ekibi, kendisiyle profesyonel sözleşme imzalamak ister. Ancak, taraftarlardan inanılmaz boyutta bir tepki yükselir bu transfer haberine… Savaşta akan kanların kurumadığını telaffuz eden İngilizler, Alman bir kaleciyi de takımlarında istemezler. İlk sezonunda kendisini kanıtlar Bert kalesinde devleşerek ancak Nazi damgası ve benzer çığırtkanlıklar canını da sıkacaktır. Antrenörü, takım arkadaşları ve özellikle de takım kaptanı kendisine destek olurlar; “soyunma odasında bir savaş yok” diyerek…

O kadar başarılı olur ki Bert, 1956 yılında İngiliz Futbol Yazarlar Birliği kendisine yılın futbolcusu ödülünü layık görür. Bu ödülü o zaman dek İngiltere’de, ne bir kaleci almıştır, ne de bir yabancı…

Aynı yıl, inanılmaz bir sakatlık yaşar Bert; FA Cup finalinde karşılaştıkları Birmingham maçında boynu kırılır Bert’in… Bu sakatlığın inanılmaz olan boyutu, tam on yedi dakika kırık boyunla maça devam etmiş hatta gol bile kurtarmasıdır. Nasıl sakat kalmadığı ya da aldığı diz darbesiyle kırılan boynu yüzünden nasıl hayatını kaybetmediği, tam iki gün sonra ortaya çıkacaktır. Dinmeyen ağrıları nedeniyle, ikinci defa yapılan kontrollerinde çekilen röntgen, Bert’in ne kadar şanslı bir adam olduğunu tekrar ortaya koyar. Bu kadar kırık ve çatlak kemiğe rağmen nasıl oyuna devam ettiğine kimse kanaat getiremez.

Uzunca bir süre futboldan uzak kalan Bert, iyileşip, sahalara geri dönmeyi başarır ve tam kırk bir yaşına dek üç direğin arasında görev yapar. Hayatının son anına dek futbola hizmet etmeği de sürdürür. 2004 yılında Britanya İmparatorluk Nişanı ile bizzat Kraliçe Elizabeth tarafından ödüllendirilir. Öldüğünde Tanzanya’da dahi yas ilan edilir. Çünkü oraya bile futbol ile ilgili olarak hizmet etmiştir.

Ve 2013 yılında da veda eder bu dünyaya…

Olmasın savaşlar, yaşanmasın kayıplar ve acılar… Dünya, Bert’ler ile Bernhard’lar ile güzel…

Dipnot; “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Mustafa Kemâl Atatürk.