Televizyonlarda, radyolarda kimi sunucuların, gazetelerde kimi köşe yazarlarının, muhabirlerin Türkçe olmayan sözcükleri sıklıkla kullanmalarını içim burkularak izliyorum. Duydukça, okudukça irkiliyorum!
Sokaklarda, caddelerde sıralanan giyim, yeme-içme yerlerinin adlarının Türkçe dışında yabancı kaynaklı sözcüklerle donatıldığını gördükçe ürperiyorum, kendimi yabancı bir başka ülkedeymişim gibi duyumsuyorum!
Özellikle büyük kentlerimizde bu yozlaşmayı, kirlenmeyi daha çok görüyor ve yaşıyoruz. Böylesine bir yabancılaşmaya, kopmaya doğrusu içerliyorum!
Aydın, çağdaş, yurtsever olmak dil, düşünce, davranış tutarlılığı, sorumluluğu ve ilkesiyle olur; yoksa özenmeyle, öykünmeyle değil…
Ambiyans, argüman, doküman, elit, prestij, trend, konsept, performans, prosedür gibi sözcükleri kullanınca daha batılı mı oluyoruz? İletişim dururken “komünikasyon” demek daha mı kolay? “Etken” varken neden “faktör” yeğlenir? “Fonksiyon”u öğreninceye değin “işlev”i öğrenmek daha zor mu gelir insana? “Aktüel” yerine “güncel” sözcüğünü ilk kez duyan birisi, daha duyar duymaz, anlamaz mı ne demek istendiğini? Söylenmesi bile zor olan dezenformasyon yerine “bilgi çarpıtma”yı kullanmak güç olmasa gerek.
Bu örnekleri çoğaltmak olası. Türkçeyle düşünen, yazan, üreten Dağlarca'ları, Ceyhun Atuf Kansu'ları, Ataç'ları, Ömer Asım Aksoy'ları, Külebi’leri, Melih Cevdet'leri, Oktay Akbal'ları, Ali Püsküllüoğlu’ları, Şükran Kurdakul'ları, Mehmet Başaran'ları,Yaşar Kemal'leri, Emin Özdemir’leri ve daha nice dil sevdalılarını, Türkçenin gönüldeşlerini andıkça, saygımı yineliyorum onlara.
Daha sonra ne mi yapıyorum? Rıfat Ilgaz’ın dizeleri geliyor usuma: “Bak, devrim, ne güzel / Barış, ne güzel/ Dayanışma, özgürlük... / Hele bağımsızlık/ En güzeli, sevgi/ Sev Türkçeni, çocuğum,/ Dilini sevenleri sev.”
Ne güzeldir Cemal Süreya’nın “Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin…/ Ne güzel biçmişti gök ekinini” diye başlayan şiiri.
Haydar Ergülen’in “Türkçe’nin Aşk Hali”ni unutmak olası mı: “Annemin bahçesinde bir dize yetiştirsem/ anlardı dilimdeki acımasız çocuğu:/ -Lale varken gül alınır mı sence?/ deseydim de alınmazdı, gül kalırdı gülannem/ kötü çiçek yetişmez ki Türkçede!”
Türkçeye bunca emek veren, gelişmesi, arılaşması için çaba harcayan, aymazlara karşı direnen onca insanın kemiklerini sızlatan olayları yaşamak da üzüyor kimi zaman insanı.
Türkçe kullanımındaki bozulmaları, kırılmaları, sapmaları duydukça, yaşadıkça, sıkıntılar basıyor içimizi.
Dilimizin tanınmaz duruma getirilmek istenmesini sorumsuzluk örneği gösteren kişilerin Türkçeyi kapı dışarı edercesine konuşmalarını kaygıyla, hüzünle izliyorum. Özellikle argo sözcükler, biçim değiştiren Türkçe söyleyişler, Arapça ya da Farsça hayranlığı, Osmanlıca özlemi, batı dillerine özenme...
Hep birlikte bu bozulmalara hayır deyip Türkçeyi baş tacı yapalım, Türkçenin onurunu koruyalım. Geleceğimizin güvencesi çocuklarımızın, gençlerimizin sorumluluk bilinci ve Türkçe duyarlığıyla yetişmelerine olanak sağlayalım.
Özetle dili olmayan varlıkların düşünceleri ge­lişemez. İnsan düşüncesi, duygusu, sezgisi, imgelemi dilin dünyasında oluşur ve varsıllaşır. Ayrıntıları anlatamayan, renkleri birbirinden ayıramayan bir insanın dili varsıl, donanımlı, renkli olabilir mi? Elbette olamaz.
O zaman dilimize sahip çıkmak, Türkçemizi özüne dönük, arı, duru biçimde kullanmak görevimiz olmalı.
Hadi Dağlarca dizeleriyle ünleyelim yine; dağ, bayır, ova duysun sesimizi: “Seslenir seni bana "ova"m, "dağ"ım,/ Nere gitsem bulur beni arınmış./ Bir çağ ki akar ötelere, Bir ak.. ki yüce atalar, bir al.. ki ulu oğullar, Türkçem, benim ses bayrağım...”