Bilgisizlik giderilir, eğitimsizlik aşılır, deneyim düşe kalka olsa da kazanılır. Yıllar gerekir, emek gerekir, ama hepsi çözülür. Sorun, sığlaşmayı seçmemek, sıradanlığın sefaletinde eriyip kaybolmaya direnmektir. Bunlardan vazgeçtiğiniz anda, erozyon başlar, büyük yıkımlar ve skandallar çorap söküğü gibi birbirini izler. Tam da bu iklimden geçiyor, örneklerine tanık oluyor, hayatı nasıl mahvettiklerini esefle izliyoruz. Bize düşen de, hayal kırıklığı oluyor. Daha da vahimi, bütün bunların yarattığı travmaların aslında tüm etik ve moral değerleri sıfırlamasıdır.

Yıllardır “bilgi, görgü ve duruş”a dikkat çeker, biri bile eksikse ötekilerin değeri yoktur, der dururuz. Sıradanlaşma ve sığlaşmanın başladığı nokta budur. Birbirini besleyen bu olgulardan birini terk ederek başlar her şey ya da zaten hiçbiri yoktur ve olmamıştır. Diploma, makam, para pul, sosyete, alkış, ödül bu gerçeği değiştirmez, değiştirmiyor.

***

Sığlaşma ve sıradanlaşma, bu ülkeye daima bir tarz-ı hayat olarak dayatıldı. “Odunu koysam seçtiririm” diyebildi parti liderleri, “Köy enstitülerinden çıkanlar kendilerini birer Atatürk olarak görüyor. Bir ağa olarak köylerimde yaşayanların uyanmasını nasıl isterim?” diyebildi bu ülkenin aydınlanmasını istemeyenler, “Okumuşlardan nefret ediyorum” diyebildi üniversitelerin başına geçirilenler. Dilin çürümesini, sanatın cıvıklaşmasını istediler.

Bu kötülüğü bir politika ve yaşam biçimi olarak bu ülkeye dayatanlar, itiraz edenleri boğup, seçenek sunanları en antidemokratik yöntemlerle ezerken, tarihteki tüm benzerleri gibi dini, milliyeti, ırkı, bayrağı birer malzemeye çevirip kullandı. Sığ ve sıradanların oyalanacakları, sarılacakları başka ne olabilirdi ki? Biri pazarladı, öteki kabullendi, bir başkası reklam yüzü oldu. İktidar aygıtını ele geçirmenin olanca kibri ve şımarıklığı içinde, bir yandan Osmanlı’dan kalma devşirme yöntemlerini kullandı, bir yandan korku ve baskı yöntemlerini geliştirdi, bir yandan da sıradanlaşmayı ve sığlaşmayı her türlü propagandayla kalıcı hale getirmeye çalıştı. Bilinç ve algı kovuldu, haklar ve sorumluluklar unutturuldu.

Bu iklim içinde demokrasiden, insan haklarından, bilimden, adaletten, sanattan, uzatmaya ne gerek hayatın hiçbir alanından, insanlığın binlerce yıldır biriktirdiği bilgi, görgü ve duruşla söz edilemezdi. Bugün yaşananlar, bu belirlemelerin tezahüründen başka bir şey değildir. En büyük destekçisi ve payandası da, bu gerçeği bile bile ve ikbali uğruna bu ülkeye yazık edenlerdir. “Bile bile” sözcüğünün karşılığı, hukukta “taammüden” diye geçer, “yardım ve yataklık” maddesi de peşinden gelir. Liboşun, bölücünün, aymazın süzemediği budur.

***

Trafikte sinyal vermeyenle, yürütmenin sarayında yasamayı konuşmanın, “kuvvetler ayrımı” ilkesine aykırılığını unutan baro başkanının buluştuğu zihniyet aynıdır. Kravat takıp boyun bükerek “iyi hal”den kurtulacağını bilen maçoyla, nedense her 9 Eylül’de onca belgeye rağmen, İzmir’i kimin yaktığına dair kafa karıştıran, yetmeyip bir de “Helalleşme Anıtı” isteyen ve bunların nelere yol açacağını düşünemeyenin ortak paydası budur. Halkın vergilerinin nasıl çarçur edildiğini kanıtlayan binlerce arabayı “lüks arabalar nerede?” diyerek sulandırabilenle, ağzını her açtığında aklı ve mantığı parçalayan “Anayasa Profesörü”nü aynı platformda buluşturan bellidir: sığlık ve sıradanlık. Örnekler saymakla bitmez. Bu kadar performans ve sonuç, cehaletle değil, ancak bilinçli ve taammüden bir siyasetle elde edilebilir. Basından sahneye, kürsüden sokağa, artık her yerdeler ve “istikrar” adına kabullenmemizi istiyorlar. Bugün asıl yapılması gereken, bu gerçeği bıkmadan usanmadan teşhir etmektir. Elbette günü değil, bu ülkenin geleceğini düşünüyor, saygı ve kaygı duyuyorsak…

Yeniden buluşmanın sevinciyle, 9 Eylül’ünüz kutlu olsun.