Kusura bakılmasın, bunca kepazeliğin gemi azıya aldığı bir süreç yaşanırken, kamusal sorumluluk isteyen bu köşelerde, uğraş alanlarımızı hayattan azade sayamayız. Hele ki söz konusu alan, var oluşu taammüden hayata müdahale etmek olan sanatsa. Yine kusura bakılmasın, sanatı “hayat-hakikat” bağlamından koparan her yazı, yakındığımız bu sürece, bilerek ya da bilmeyerek ortaklıktan başka bir şey değildir. Bu türden yazılara baktığımızda, vaz geçtim bu bağlamı korumaktan, sanatın hiç olmazsa estetik kaygıyla ele alındığını, entelektüel düzeyde tartışıldığını gören okuyan var mı? Anekdotlardan, sakıza dönmüş yinelemelerden, sağı da solu da ihmal etmez teranelerden, bunları nasıl bekleyebiliriz? Ne bitmez ergenlik, ne onulmaz “aferin budalalığı”, ne konjonktür kaygısıymış arkadaş!
***
Sanatı “hayat-hakikat” bağlamından kopardığınızda ne olur? Ne olacak, ihmal ettiğiniz, meselesini halının altına süpürdüğünüz, en fecisi dokunulmaz sandığınız sanat, “hayat-hakikat” duvarına çarpar ve aynen bugün yaşandığı gibi, ne söyleneceği-ne yapılacağı bilinemez. Kendisiyle her türlü bağını koparmış bir uğraş alanı ile o alanı bu hale getirenlere, hayat neden yoldaş olsun ki? Bugün hala bunlardan söz edebiliyorsak, bulabildikleri mecralardan bizi uyaranlar sayesindedir. Onlar, aynı zamanda berbat bir sürü bağışıklığına direniyor.
“Sürü bağışıklığı” hayatımıza küresel salgınla girdi. Özet bir anlatımla, virüsün yayılma yeri bulamayıp, giderek yok olmasını amaçlayan, bu nedenle nüfusun belli oranda aşılanması gerektiğini savunan bir yaklaşımdır. Emperyalizmin ve ağababalarının, kendi ülkelerinde aşı stoklarını tıka basa doldururken, geri kalmış ülkelere “sadaka” yardımlarını ve romantik sızlanmalarını, bu açıdan iyi okumak gerekir. Emperyalizmin kendince bir “sürü bağışıklığı” peşine düştüğünü, kendi dümen suyu dışında kalan halkları ve coğrafyaları gözden çıkardığını unutmadan, o kederli coğrafyaların bağışıklık ve ayıklama çabalarına iyi bakmak gerekmektedir. Ne demek istiyoruz?
***
“Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” acımasızlığının dayatılması ve kabul görmesiyle başlar her şey. Bu kabul, “Allah verdi Allah aldı”, “Kaderde böyle yazılmış, elden ne gelir?”, “Geride kalanlara uzun ömürler” meali yaklaşımlarla pekiştirilir. “Kadercilik”, bu noktada inancın masumiyetini yitirir, dincilerin argümanlarından biri haline gelir, bilim-safsata çatışmasında ideolojik bir tercihe dönüşür. Bu tercih “hayat-hakikat” duvarına gelip dayandığında, çifte standartlara, inandırıcılıktan nasipsiz beyanatlara bel bağlar ve zaten var olan yarılmalardan, cehaleti kışkırtmaktan medet umar.İşte bu noktada “sürü bağışıklığı”, insansızlığın ve insafsızlığın yöntemlerinden biri olup çıkar.Her şeyi sıfırla, bellekleri temizle, yerine sen geç ve tek çare olduğuna inandır! Bu yönteme faşizm denir. Tarih, faşizmin neler yaptığını yapabildiğini anlatan korkunç öykülerle tıka basa doludur.
Bugün emeğin karşılığını aramaktan kadın haklarını savunmaya, bilime ve akıla davetlerden kurumların özgürlük ve özerkliğini dile getirmeye,her türlü yozlaşmaya ve çarpıklığa laik ve demokratik değerlerle itirazlara… Hepsini düşmanlaştırma ve terörize etme politikasının temelinde “sürü bağışıklığına” dair güven ve beklenti vardır. Toplumun algısından ve beklentisinden kovulmaya çalışılan, analitik bir süzgeçten geçirilmesine izin verilmeyen tüm değerlerin itibarsızlaştırılması bu yüzdendir. Bu nedenle“sürü bağışıklığı”, bilimin bir yöntem olarak seçmesi ile gericiliğin bir amaca dönüştürmesi açısından, çok farklı anlamlar taşımaktadır. Bunu görmek, anlamak, anlatmak durumundayız. 2. Sınıf kompozisyon ödevlerine benzeyen çiziktirmelerle ve özetlemeye çalıştığımız sanat-sanatçı tavırlarıyla bu iş mümkün değildir.
***
Hayatın her alanını böylesine bir işlemle ayıklamaya, işini gelmeyen ne varsa toplumun algı ve kabulünden kovmaya, nihayet kendi asude iklimini tartışılamaz bir halde egemen kılmaya çalışan bir ideoloji, sanatı kendi haline bırakabilir mi? Yazının ilk iki paragrafını uzun tutmamızın nedeni, bu soruyu dikkatlere sunmak içindir. Bağışıklık, mikroba direnmenin bilimsel yollarından biridir, onun dümen suyunda oyalanmak değil. Peki, sanat nedir?