Sanal dünya suretleri yakınlaştırdıkça birbirimizden de kendimizden de uzaklaşıyoruz. Ülkenin geleceğinden umudunu kesen, 90'ları ve daha öncesini yaşamış kuşaklar geçmişleriyle teselli buluyor. Gençler eskiyi yaşamış kuşakları bu yüzden şanslı buluyor. Ayfer Tunç ile hem yeniden basılan Memleket Hikayeleri'ni hem de dün-bugün ve geleceği konuştum...
Günün şerrinden sığındığımız geçmişin de büyük günahları vardı. İşkenceler, kontrgerilla hareketleri, terör vs. Ama yine de birçoğumuz o günleri arzuluyor, çünkü iyi bir gelecek fikrine inandığımız zamanlardı. Şimdi 'kolaylık', 'hemen erişilebilirlik', 'sınırsız eğlence', 'hemen yapıp ediverme' ambalajlarına sarıp sarmalanmış bugünlerimiz var. Ve yapay zekayla tuhaf bir sonsuzluk fikrine eklemlediğimiz sanal dünyalarımız var. Hoşluk, kolaylık ve hayatın gereği olarak sunulan sanal dünyanın hormonlu gıdalardan, iklim krizinden, laboratuvar ortamında yaratılan virüslerden daha tehlikeli olduğunu düşünenlerdenim. Haklı mıyım, zaman gösterecek.
KURGU VE GERÇEKLİK
Çağdaş edebiyatımızın önemli temsilcilerinden Ayfer Tunç'un düz yazıları, özellikle kurgu ile denemeyi, kurgu ile anıları bir araya getirdiği eserleri, öykü ve romanları kadar değerlidir. Sözgelimi Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, yazarın kendi çocukluk ve ilk gençlik çağından derlediği anıları o yılları yaşamış okurlar için müthiş bir hatırlatmadır. Memleket Hikayeleri ise deneme ile öyküyü harmanlamasıyla özgün bir çalışmadır. Memleket Hikayeleri, on iki yıl sonra yeniden yayımlandı, bu da Ayfer Tunç ile geçmişi, ânı ve geleceği konuşmak için bir vesile oldu...
ŞU YALAN GELECEK İNŞASI
• Memleket Hikayeleri'nin ilk yayınlanışından bugüne 12 yıl geçti. Memleket hikayemiz nereye evrildi, nasıl görüyorsunuz son durumu?
Aslında karamsarlık yaymak istemem. Ancak o günlerden bugüne gördüğüm şey sadece memleketimi değil, dünyanın çok çok küçük, beyaz ve zengin azınlığı hariç her yeri ve herkesi tahrip ederek ilerleyen bir düzenin egemenliğini ilan ettiğini ve görüyorum maalesef.
• Gerçekten bu kadar vahim mi?
Yaşananları şöyle bir düşünmek bile yüreğimi sıkıştırıyor. Bebek öldüren çetelerden hapisteki aydınlara, tahayyülümüzü aşacak şekilde artan politik, ekonomik sosyolojik suçlardan tümüyle çöken adalet mekanizmasına kadar yarın adına ne varsa hepsini çürüten her şeyi herkes görüyor, bizzat yaşıyor. Yalanlarla inşa edilen bir geleceğin umut dolu, olumlu bir yarın olması mümkün değil.
• Bu yüzden kimileri görece 'iyi' olduğunu düşündüğü geçmişle oyalanmaktan medet umuyor...
Ben toplumsal veya bireysel geçmişe sadece edebi bir kaygıyla bağlıyım. Geçmiş, gerçek ya da kurgusal metinlerimin bir parçasıdır. Karakterlerime ayrıntılı bir geçmiş belirlemek, müthiş bir keyif verir bana. Bazen kendi tarihimden küçük parçalar fark ettirmeden metnime sızar, bunları çok sonra fark ederim.
GEÇMİŞ TAHRİF EDİLEBİLİR
• Ya gerçek hayatta?
Geçmiş, geçmişte kalmıştır, her ne olduysa ne yaşandıysa olmuş bitmiştir, ileriye bakmayı tercih ederim. Geçmiş gerçekte olanı değiştiremediğimiz ama anlatırken değiştirebildiğimiz bir şeydir.
• Hatıraların hatıralarıyla mı yapıyoruz o değiştirmeyi?
Bir çok yolla. Hele tanıklar yoksa hamur gibi yoğururuz geçmişi. Lise ikinci sınıfta matematikten kaldıysak kalmışızdır, ama anlatırken hocanın bize taktığı yalanını iliştirebiliriz. Ya da boşanmışızdır, en büyük aşkımız bitmiştir ama suçlu biz değilizdir.
• Hastalıklı bir tarafı da var o vakit o hatırlama süreçlerinin!
Sürekli geçmişe bakarak hayıflanan insanlardan hazzetmem. Geçmişte olan ve beni üzmüş pek çok şeyi hatırlamıyorum bile, bu da benliğin kendini koruma yolu, geçmişin yükünden unutarak koruyorum kendimi. Arşivci de değilimdir, yazar olarak kendi kayıtlarımı bile tutmam. Özetle geçmiş benim için çok sevdiğim edebiyatım için hayati bulduğum bir malzemedir.
• Ama nostaljinin de cazibeli bir tarafı var sanki!
Evet ya, nostaljiyi neden bu kadar severiz? Neden 30 yılda bir tarihin bir dönemi hayatımıza devri saadetmiş gibi gelip yerleşir, o dönemi anarak içleniriz? Bugünlerin altın yılları 90’lar mesela, neden? Çünkü yaşamakta olduğumuz ‘şimdi’ sorunlarla yüklüdür, gerçektir, içinden geçmekteyizdir ve bize hiç de devri saadet gibi görünmemektedir. Nostaljisini yaşadığımız geçmiş ise hafızamızdan sorunlarından azade, sadece güzel yanlarıyla çıkar gelir. Oysa aynı geçmişi yaşarken o geçmişin şimdisinin sorunlarıyla boğuşmuşuzdur, ama hatırlamayız.
AÇGÖZLÜLÜK KÜLTÜRÜ
• Memleket Hikayeleri'ndeki Odetteçe'den Türkçeye adlı öykünüzde İzmir'in İstanbul'a kafa tutabilecek kadar gelişmiş şehir kültürüne sahip olduğunu söylüyorsunuz.
Bir zamanlar için evet. İzmir içinde uzun sürelerle yaşadığım bir şehir değil, hep gelip geçerdim ziyaretlerim birkaç günü geçmezdi, o birkaç günde bile neşesine, coşkusuna, sanki dışında yaşarmış gibi dünyayı pek de umursamayışına bayılırdım.
• Ya şimdilerde?
Uzaktan da olsa şöyle bir İzmir’e baktığımda ‘bir zamanlar’ kendine has bir kültürü olduğunu bildiğim bu güzel şehrin artık tümüyle devasa bir taşra haline gelen Türkiye’nin herhangi bir parçası olduğunu görüyorum.
• Artan nüfus, göçler, ekonominin dayatmaları... Belki de kaçınılmazdı bu yozlaşma!
Mazeret de olmamalıydı ama! Türkiye artık baştan başa bir taşradır, günümüzde evlerin pek çoğunun İKEA evi olması gibi şehirler de birer TOKİ şehri haline geldi. Osmanlı’nın gözbebeği payitaht Bursa’yı bile taş yığınlarının arasında göze görünmeyecek hale getiren bir açgözlülük kültürünün İzmir’i es geçmesini bekleyemezdik zaten.
• Bu bağlamda geçmişin bir teselli ve özlem boyutundan söz edebiliriz sanki!
O apayrı bir mesele ama eskiden Anadolu şehirleri küçük nüfusları ve kolektif yaşama biçimleri nedeniyle, kadınlar açısından çok baskıcı olmakla birlikte, özgün bir kültür üretiyordu, bu kültür yok oldu hatta daha kötüsü iki yüzlü bir hal aldı.
BU GEZEGENİN FELAKETİ...
• Maymun Çocuklar öykünüzde hayata ve dünyanın gidişatına dair on iki yıl öncesinde, belki de çok daha öncelerinde oluşan umutsuzluğunuzu görmek mümkün!
İnsan bu gezegenin cezası, çünkü kibirli, kendini eşsiz benzersiz sanan, yeryüzündeki bütün varlıklarının varolma nedeninin kendisine hizmet olduğunu düşünen zavallı bir tiran. Oysa insan, hatta dünyanın kendisi, gezegenimiz evrende bir toz zerresi bile değil. Trilyonlarca galaksinin bulunduğu bir evrende dünya denen yuvarlağın, bu yuvarlakta bulunan sekiz buçuk milyar insandan herhangi birinin nasıl bir önemi olabilir ki?
• Siz Batılılarda ise tam da böyle bir ortamda giderek artan yalnızlığımıza işaret ediyorsunuz. Onca oyalayıcı, teselli edici şeye rağmen artıyor mu yalnızlığımız ve can sıkıntımız?
Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Bilimkurgucular çok işledi bu konuyu. Bilimkurgu yazarlarının ve gelecekle ilgilenen sosyologların, kültür üreticilerinin her insanın bir tür ada olacağını önceden görmüş olması aslında çok şaşırtıcı değil ama bugünden baktığımızda gerçekleşmeyeceğine inanarak okuduğumuz ve yine bu nedenle gelecekte bir tehlike görmediğimiz bilimkurgu kehanetlerinin gerçekleşiyor olması şaşırtıcı ve ürkütücü.
GERÇEK İNSANA TAHAMMÜL KALMADI
• Maalesef sanal dünya diye kestirip attığımız 'yeni gelecek', 200 bin yıllık hayat görgümüzün DNA'sına saldırıyor sanki!
Bizi yalnızlığa sürükleyen şey de o, gerçek insana tahammülümüz kalmadı. Teknoloji düşmanı değilim ama sanal dünya karşıtıyım, öte yandan olacağın önüne geçilemeyeceğinin de farkındayım. Teknoloji ırmakları baraj tanımayacak kadar hızlı sürekli yeni olanaklar, yeni eğlenceler yüklenerek akıyor, teknoloji katlanarak üstümüze geliyor ve bizi kendimize mahkum ediyor. İnsanlar sanal dünyada kimliklerini değiştirebiliyorlar, kendilerinden başkaları olabiliyorlar.
• Bütün bunları niye istiyoruz o halde...
Gerçek hayatta sosyal ilişki kurmak bu kadar zorlaşmışken insanların sanal dünyanın sunduğu konforu yaşamak istemeleri doğal, hele ki yalnızlığın hüküm sürdüğü gerçek hayatta sosyal ilişki kurmak bu kadar zorlaşmışken. Bütün bunlar giderek daha yalnız, daha kapalı ve sonu derin bir mutsuzluğa ve yok oluşa varan hayatlara yol açıyor.
ZALİMLERİN İMPARATORLUĞU
• Hep olumsuzlukları konuştuk ama kadınlar ve çocuklara uygulanan şiddet, sokak hayvanlarının katledilmesinden de söz etmezsek geçmiş, bugün ve geleceğe dair çizilecek resim eksik kalacak sanki.
Şiddet ezeli meselemiz, her zaman aynı yoğunlukta ve büyüklükteydi ama haberimiz olmuyordu. Şimdi her sabah öldürülen kadın fotoğrafları, kaçırılmış, tecavüz edilmiş çocuk haberlerine uyanıyoruz. İzlemesi acı veren şiddet olaylarına bu kadar yoğun bir şekilde maruz kalmak duyarsızlaşmaya yol açıyor. İnsanlar artık duymak görmek istemiyorlar, neden? Çünkü bir çıkar yolu yok, çünkü devlet yapması gerekeni yapmıyor, yaparmış gibi görünüyor ama yapmıyor. Bu da dünyayı zalimlerin imparatorluğu haline getiriyor. Her gün en az bir kadın cinayetinin işlendiği bir ülkede adalet mekanizmasına inanç çökmüşse, ruh sağlığımızı korumak için yaptığımız ilk şey zalimlerin zulmüne tanık olmaktan kaçınmak oluyor.
• Zorunla bir seçim yapmak zorunda kalsanız bugünde mi, ‘Bir Maniniz Yoksa...’ günlerinde mi yaşamak istersiniz?
Her zaman bugünde yaşamak yanlısı oldum. Teknoloji insanlığı mahvedeceğine ilişkin işaretleri veriyor olsa da beni etkiliyor. Bugün kadın hareketinin kat ettiği mesafe, insanlık değerleri genel toplamda çok kötü görünse de en azından görünürde insanlık bilincinin artmış olması bana bugünü sevdiriyor. Dünün artıları da var eksileri de var. Düne baktığımda yarınlara inandığımızı görüyorum, en çok bu içimi burkuyor. Dün aydınlık yarınlara dair güçlü bir inancımız vardı, bugün yok. Toplumsal hayatımızda aşağı yukarı bir eşitlik vardı, yoksul çocuklar devlet okullarında iyi eğitim alıp çok iyi yerlere gelebiliyorlardı, bugün ancak bir mucize gerekir. Çok daha eşit bir toplumduk o zamanlar, fakir ama gururlu yıllardı