Aysel Karaca'nın Arsız Hayat'ı, aşka, ilişkilere, kadına, kısacası hayata dair bir ilk roman. Karaca, romanında irdelediği üzere, modern zamanlarda da kadının yazgısının değişmediğini söylüyor ve sosyolojik durumumuzu 'Çılgın Bilge' Sakallı Celal'in ünlü sözünü hatırlatarak özetliyor: “Doğuya giden gemide batıya koşan tayfalarız.” Kendimizi yıllarca Batı’ya yürüyor sandık ama geldiğimiz nokta ortada. Kadınlar ve çocuklar bu ülkede büyük bedeller ödüyor!

Kiraz Mevsimi adlı öykü koleksiyonu ve geçen yıl okuruyla buluşan Arsız Hayat adlı romanıyla tanıdığımız Aysel Karaca, çok yönlü bir edebiyat emekçisi. Editörlüğü ve dergiciliğinin yanı sıra yaratıcı yazarlık dersleriyle biliyoruz onu. Karaca, atölyesinin en ilginç köşesini oluşturan eleştirel okuma derslerinde verimli, etkili ve hedefini bulan okumanın nasıl yapılacağına dair tüyolar veriyor.

Yeri gelmişken Aysel Karaca’nın yakında İzmir'de katılacağı bir etkinliğinin duyurusunu da yapmış olayım...

Yazar, 26 Eylül - 5 Ekim 2025 tarihleri arasında "Homeros’un Bornova’sında” sloganıyla düzenlenecek olan 6. Kitap Günleri'nde bir söyleşiye katılacak. Edebiyat Dostları Derneği'nin hazırladığı ve 26 Eylül saat 16:00 - 17:00 arasında Bornova Büyükpark - Sahne Odysseia'da düzenlenecek etkinlikte Aysel Karaca, yazar Berrin Yelkenbiçer ile birlikte "Tanpınar'dan Cortazar'a Edebiyat Dersleri'ne" başlıklı bir söyleşi gerçekleştirecek.

Karaca ile romanı Arsız Hayat'ı konuşurken konu ister istemez kadınlara geldi. Onunla romanının kadın kahramanlarından Güliz üzerinden modern hayatın içinde ataerkil düzene hapsolmuş ve sistematik bir biçimde ezilen kadınları konuştuk.


BÜYÜYEREK, ÇOĞALARAK YÜRÜYORUZ


Bir yazarsınız ancak aynı zamanda kitapları irdeleyen taraftasınız. Bu iki uğraşın birbirini destekleyen ya da birbirinin olumsuz etkileyen yönleri var mı?

Yaklaşık yirmi iki yıl önce denemeler yazarak başladım edebiyata. Sonra öykü dahil oldu işin içinde. Fakat her zaman edebiyat aşkıyla yanan yüreğim yazmakla yetinemediğinden, dernekler ve dergilerle de hemhal olmaya, kollektif çalışmaların içinde yer almaya başlayınca çok şapkalı bir edebiyatçıya dönüştüm: İstanbul’a taşındıktan iki yıl sonra hocalık girdi devreye ve atölyeler yapmaya giriştim. Sonra yine dergicilik ve derken editörlük. Dergi editörlüğüyle başlayan süreç zaman

İçinde kurmaca editörlüğüne doğru evrildi. Böylece pek çok şapkayla birlikte gezinmeye başladım. Yazar, hoca, yayın yönetmeni ve editör.

Bunca uğraş yorucu olmuyor mu?

Doğrusunu isterseniz bu durumdan hoşnudum, zira öğretmenlik doğuştan var kanımda. Paylaşmadan edemiyorum. Bu vesileyle hem öğrenip hem etrafa ışık saçmaya devam ediyorum. Dezavantajları da var elbette bu durumun. Kişisel üretimimi sekteye uğratıyor örneğin, bunu inkâr edemeyiz; gelen dosyaları her zaman kendi dosyamdan önde tutarım. Biraz da kişiliğimdeki iş bitirici tarafın zafiyetinden kaynaklanıyor tabii bu. Yine de şikayetçi değilim, birlikte yol almayı seviyorum. Büyüyerek, çoğalarak yürüyoruz.


SORUMLULUKLAR GİDEREK AĞIRLAŞTI


Uzun yıllar öğretmenlik yaptınız. Burada da edebiyata zaman ayırma açısından sıkıntılar doğmadı mı?

Yazarlık öğretmenliğimin 14. yılında devreye girdi. Yani 28 yıl öğretmenlik yaptığıma göre yolun yarısından sonra ikisini birlikte yürütmeye çabalamışım. İlk yıllar sadece yazdığım ve gecelerimi bu işe ayırdığım için fazla sorun yaşamadım. Ancak işin içine yazmanın dışındaki işler ve sorumluluklar da girince (Atölyeler, dergicilik vb.) özellikle son beş yıl zor geçti diyebilirim. İkisine de yetişmekte zorlanıyordum. Zira çok idealist, her türlü gönüllü, sosyal aktivite de başı çeken, ulusal projelerde görev alan aktif bir öğretmendim. Çocukları çok önemsiyorum ve seviyorum. Fakat branşım edebiyat değildi ve edebiyat aşkı ağır bastı. Hem çocuklara hem kendime haksızlık yapmamak adına bir seçim yaptım. Edebiyatla devam ediyorum…


BİR PANDEMİ SLOGANI OLARAK "PANZEHİRİMİZ EDEBİYAT"


Artık basılı dergilerden ziyade dijital edebiyat dergileri var. Bu durum işin ruhunu öldürdü mü?

Dünya organik bir yaşamdan sentetik bir yaşama doğru yol alıyor. Bir kitap kurdu ve çocukluğu, dergi, gazete, ansiklopedi okuyarak geçmiş biri olarak kaybettiğimiz o analog yaşamı çok özlüyorum ama işin bir de realitesi var. Nostaljik hayallerle elimizde tutamayız buraları. Gençler ve çocuklar daktilo nedir bilmiyor. Bir sonraki kuşak masa üstü bilgisayar nedir onu bilmeyecek. En büyük hayalim basılı kitabın sonsuza dek yaşaması elbette. Ama ne kadar dayanır emin değilim. Şu an killere basılı Sümer yazıları bize ne kadar ilkel geliyorsa belki yüz yıl sonra kitap ve basılı herhangi bir şey de öyle gelecek. Demem o ki çağın ruhuna uyum sağlamak zorundayız, başka yolu yok.

Ya sizin derginiz... Panzehir?

Panzehir Dergi pandemiden kısa bir süre önce kuruldu ve pandemiyle hız kızandı. Altı yıl gelmiş geçmiş bile. Panzehir Dergi, Derya Erkenci editörlüğünde ve Zerrin Saral, Aysel Karaca yönetiminde yol alıyor. Yayın kurulundaki diğer arkadaşlarımın da desteğiyle edebiyat ve kültür alanında değerli işler yapmayı sürdürüyoruz. Atölyeler, söyleşiler ve etkinlikler de gücümüz güç katıyor. Tüm edebiyat severleri aramıza bekleriz. Panzehirimiz edebiyat.

Bunca uğraş içinde size şifa veren, panzehir etkisi yaratan hangisi?

Uzun yıllar öğretmenlik yaptığımdan hocalık kanıma işlemiş olmalı. Fakat ruhen de buna çok teşneyim. Başta da söyledim. Bilgiyi paylaşmak büyük mutluluk benim için. Ve yaşadığım sürece hep meraklı biri oldum. Okumadan, öğrenmeden yaşayamam. Bu yaşam mottom belki de. Gerçek yaşam sözcüklerin içinde… Bunun için de yazıyorum. Ve fakat bunca güzelliğin içinde nefes alırken işin bir de zorunluluk kısmı var, nedir, para kazanmak. Emekli maaşı ile yaşamı idame ettirebileceğimiz bir ülke olsaydık keşke ama değil. Editörlük biraz da bu yüzden… Ama hâlâ okumak, okuduğum metin üzerinde düşünmek, kalem oynatmak işin en keyif veren yanı.


PARAYLA SATILAN EDEBİYAT ÖDÜLLER VAR


Her yıl ödüller dağıtan bir edebiyat ödülleri ortamımız var. İçeriden baktığınızda bu 'ödülcü ortamı' nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bun bu yarışmalara hiç katılmadım. Hayatım boyunca birileriyle yarışmaktan keyif almadım, kaçındım. Kendi yolumda yürümeyi seviyorum sanırım. Katılmadığım içinde olumlu ya da olumsuz bir deneyimim olmadı. Zaten yarışmaların büyük çoğunluğunun da adil olduğunu düşünmüyorum. Eş, dost, öğrenci kayırması gırla gidiyor. Bir de parayla satılan ödüller var ki orası çok acıklı… Yazık emek edip iyi niyetle katılanlara. Ama çok dürüstçe çalışan birkaç jüriye de haksızlık etmek istemem. Herkes biliyor zaten ne nedir? Ben de Edebiyatist / Kristal Kalem jürisindeyim birkaç yıldır. Oldukça adil, açık bir oylama yapılıyor. En ufak bir şüphem olsa çekilirim. Bu tür oyunlara hiç tahammülüm yok zira.


16Eylul Dokuz Eylul Aysel Karaca Internet Icin2

ÖNCE ESERİ DEĞİL YAZARI TANIMAK!


Eleştirel okuma dersleri veriyorsunuz. Nasıl bir şey eleştirel bir açıyla bir eseri okuyabilmek?

Şöyle, ben öncelikle yazar çalışırım. Yani yazarın yaşam öyküsünü didikler, canını çıkarırım. Zira metin yazarın biyografisine paralellik göstermese de mutlaka yazardan izler taşıyacaktır. O metni yazarken hangi ruh halindeydi, işte bunu çok önemsiyorum. Ayrıca yazarın ve metnin beslendiği damarı bulabilmek, nerelere gönderme yaptığını, hangi metinlerden beslendiğini iyi bilmek gerekiyor. Eco’nun dediği gibi, her yorum aşırı yorum olma riski taşısa da metni yorumlayabilmek öncelikle yazarı iyi tanımaktan geçiyor.

Daha sonra?..

Sonrası ise disiplinler arası ve metinler arası bir okuma oyunudur benim için. Bulmaca çözer gibi ilmek ilmek açmaktan yanayım metni. Elbette bunun için yazıldığı dönemi, edebi akımları bilmek ve diğer disiplinlere de hâkim olmak gerekiyor. Psikoloji, mitoloji, felsefe, sosyoloji, tarih bilmeden hiçbir metni çözümleyemeyiz. Eksik kalır. Hikâyeyi anlatıcılığı değildir zira burada üzerinde durulması gereken. Göstergebilim nedir bilmeliyiz, gösterilenle gösterge arasındaki yol bazen çok dikenli olabiliyor.

Örneklendirirsek daha anlaşılır olabilir sanırım...

Örneğin Oğuz Atay ya da Dostoyevski’nin yaşadıklarından haberdar değilsek eserlerinin aynı zamanda otobiyografik birer ağıt olduğunu bilemeyiz. Varoluşçu felsefeden, Fransa Cezayir meselesinden bihaber isek Camus’nün Yabancı’sını, ne saçma bir hikâye diyerek bir kenara fırlatabiliriz. Göstergebilim, yapısalcılık ya da Oulipo (Potansiyel Edebiyat Atölyesi) çalışmalarından haberdar değilsek Calvino’nun metinlerini çözümleyemeyiz. Nabakov Solgun Ateş okumamışsak, Tutunamayanları, Ay Işığında Çalış Kur’u kafamızda bir yere oturtamayız. Teoloji, mitoloji, tarih bilmiyorsak Joyce ne yapmış anlayamayız. Velhasıl çok emek, zor iş…


İLK ROMANIN EN BÜYÜK TUZAĞI


Arsız Hayat ilk romanınız. Siz de onu yazarken birçok yazarın yaptığı gibi her şeyi anlatma telaşına kapıldınız mı?

Ah ben bir Oğuz Atay değilim ki, benim de bir Vüsat O. Bener’im olsun ve bana, bildiğin her şeyi tek seferde yazmak zorunda mıydın, desin. Şaka bir yana yazdıktan sonra bunu söyleyen bir arkadaşım oldu. Ama elbette benim romanım bir Tutunamayanlar değil. Yine de hayata ve insana dair pek çok şeyi aynı anda anlatmaya giriştiğimin farkındayım. Bu nedenle de bitirmekte çok zorlandım. Pek çok yeri attım, kimisini de yazmadım. Diğer soruya gelince karakter yaratmada çok zorlanmadım ama ana kahraman Akif’te bazı şeyleri yazıp sildiğim oldu. Salt kötücül bir adam yaratmak niyetinde değildim zira. Sadece ‘insan nedir’i anlatmaya girişmiştim. Hedefim buydu.


BEĞENDİK AMA YAYINLAYAMAYIZ!


İlk kitabınız öykülerden oluşuyordu 2006 yılında yayımlanmıştı. Buradan anlıyorum ki romanızı yayımlatırken büyük zorluklar yaşamışsınız.

Yaşanmaz mı, hele günümüzde. Evet Kiraz Mevsimi’nin üzerinden 18 yıl geçmiş. Romanım Arsız Hayat bitince kimi yayın evlerinde çalışan editör arkadaşlarımla konuştum, ne yapmalıyım, dedim. Ünlü bir yayınevine gönderdim. Beğendiklerini ama yayımlamayacaklarını söylediler. Peki, dedim. Diğerlerinden de en az iki yıl beklemelisiniz gibi yuvarlak cevaplar alınca en iyisi kendi yayınevim dedim ve hiç beklemeden bastık. Çünkü 18 yıldan sonra bir iki yıl daha beklemek katlanılmaz bir süreçti benim için.


TARAF TUTMADAN YAZABİLMEK!


Birçok şaheser karakterleriyle gönüllerde taht kurmuştur. Karamazov Kardeşler deyince sayısız karakter, özellikle de İvan Karamazov gelir akla. Arsız Hayat'ın kahramanlarını yaratırken nelerden ve nerelerden esinlendiniz?

Karamazovlar benim de başucu kitabım. Rüyalarıma girmiş bir eserdir. Doğrusu çok iyi bir edebiyat okuru olduğum halde şu hikâyeden esinlendim diyebileceğim bir cevabım yok. Ama Akif’in, Raskolnikov ve Mersault karakterinden ve özellikle Bozkır Kurdu’nun Haller’inden çeşitli izler taşıdığını inkâr edemem. Dilerim o da unutulmaz bir kahramana dönüşür. Çok sahici bir kahraman zira. Taraf tutmadan, kötülük timsaline dönüştürmeden yazabilmeye çabaladım. Sanırım oldu da…


SEÇİMLERİMİZ... TRAVMALARIMIZ...


Arsız Hayat, başarısız bir evlilik içinde, suçlar, pişmanlıklar, ayrılıklara, kısacası hayata dair bir roman. Sizin gözünüzden onu tanıyabilir miyiz?

Bana kalırsa yaşamda belirleyici çok önemli iki oyuncu var, bunu da romanımda anlatmaya çalıştım: Birincisi yaşamın kendisi, bu bizim ön göremeyeceğimiz bir hesapla ilerleyen bir düzenek. Oraya müdahale edebilme gücümüz yok. Bizim dışımızda ama bizim de içinde olduğumuz yaşam ırmağı sözünü ettiğim şey. İkincisi ise bilinçdışı dediğimiz alanda saklı olan kayıtlar ve travmalar. Seçimlerimizde, kararlarımızda etkisi tahminimizin çok üstünde. Hal böyle olunca adı evlilik ya da değil her ilişki onlarca risk taşıyor içinde. Kişi henüz geçmişiyle hesaplaşmamış, kendisiyle barışmamışsa karşısına kim çıkarsa çıksın yürütemeyecektir. Ülkemizde ileri yaş ergenliği bitmeyen bir sorun olarak devam ediyor. Kişi önce kendi dönüşümünü sağlamalı. Akif’in, Güliz’in ve Aslı’nın yaşadığı da buydu… Romanın özü bunu anlatıyor aslında.


KADININ YAZGISI HİÇ DEĞİŞMEDİ!


Güliz'in yaşadıkları pek çok kadının yazgısını anlatıyor. Sanki hayatın acılarını ve yükünü kadınlar daha çok yükleniyor...

Altın çağ dediğimiz o cennetvari, eşitlikçi zamanlar gerçekten yaşandı mı bilmiyorum ama o zamana dönebilmeyi, cinsiyet kavramanın oluşmadığı günlerde yaşayabilmeyi isterdim. Keşke hiç bilmesek kim erkek kim kadın. Ama yazık ki yaşadığımız düzen ataerkil ve çok acımasız bir düzen. Büyük balık küçük balığı yutuyor. Hele de bir Ortadoğu ülkesi iseniz. Ne diyordu Sakallı Celal “Doğuya giden gemide batıya koşan tayfalarız.” Kendimizi yıllardır Batı’ya yürüyor sandıysak da geldiğimiz nokta ortada. Hoş Batı’da durum farklı mı diyeceksiniz. Ben de ehven-i şer diyeceğim. İki kere evlenmiş-boşanmış biri olarak kadının ve çocuğun bu ülkede büyük bedel ödediğini söylemek isterim. İstisnai olarak erkekler de zarar görse dahi, sistem her zaman erkeğin arkasında. Gücünü buradan alıyor. Kadın hep yenik. Hep -3’ten katılıyor oyuna. Bu nedenle de çoğu aldatma ya da kötü muamelenin üstü kapatılıp devam ediliyor.

Bu şartlarda Güliz’in en büyük avantajı orta sınıf bir aileden ve iyi eğitimli biri olması. Hayatını yeniden kurabilecek güce sahip ve öyle de yaptı.

Bir de ilişkilerin, evliliklerin sessiz mağdurları var: Çocuklar!..

Evet bu önemli, yukarıda da söyledim. Geçmişiyle hesaplaşmamış, kendiyle barışmamış kişinin hiçbir ilişkiyi sağlıklı yürütme şansı yok. Karşısındaki ne denli iyi niyetli olursa olsun. Sonuç değişmez. Romanda Akif çocukluğunda yaşadığı travmayı atlatamadığı için hem kendini hem ailesini yaktı. Ama belki de en çok zarar gören 5 yaşındaki kızı İpek’ti. Hikâyenin devamında kim bilir o neler yaşayacak. Ve bir de 14 yaşındaki Monica var tabii. Onun hikâyesini yazmadım romanda ama çok trajik. Belki sonra yazarım.

Siz bir eğitimci olarak uzun yıllar çocuklarla ve gençlerle birlikte yaşadınız. Bu konuda ne yapılabilir?

Tüm bu acılar yaşanmadan tedbir alabilmenin, döngüyü kırabilmenin en iyi yolu orta okuldan itibaren psikoloji dersleri koymak diye düşünüyorum. Kişi önce kendini tanımayı öğrenmeli. Arızası, eksiği nerede bilmeli. Bizde ise buralar ancak 40’ından sonra açığa çıkıyor ve doktorlara, terapistlere koşuluyor. Ancak çoğu kez hayatlar tarumar olmuş, geç kalınmış oluyor. Ne diyorduk, ağaç yaşken eğilir. Akif zamanında kendini iyileştirmeyi becerebilseydi bunca acı belki de yaşanmamış olacaktı kim bilir.


'İMTİHANDAN GEÇMEMİŞ KİŞİ'


Sanırım özümüzdeki 'kötü' 'iyi'den fazla. ve hukuk da, etik de, vicdan da bir yere kadar...

Romandaki Akif karakteri üzerinden gidersek aslında kimsenin ne tam olarak kötü ne de tam olarak iyi olamayacağını görürüz. Hepimizin içinde hem iyi hem kötü mevcut. Ancak travmalar, öğretiler, eğitimler, çevre ve en önemlisi de başımıza gelenler ve bu başımıza gelenlere verdiğimiz tepkiler bizim kim olduğumuzu belirliyor. Bu tepkiler ise çoğu kez düşünülmeden yapılan dürtüsel edimler yazık ki. İşte o karanlık alan-bilinçdışı böyle anlarda hortlayıveriyor. Sait Faik, ‘Sinağrit Baba’ öyküsünde bunu, imtihandan geçmemiş kişi, diye tanımlıyor. O imtihan başımıza gelene kadar kendimizi iyi biri sanabiliriz. Oysa binlerce yıl öteden gelen oldukça yabanıl, arkaik genler özümüzde olduğu gibi duruyor. Kaos anında bizi hayatta tutabilmek için diplerde gizlenmeyi sürdürüyor. Ben artık şöyle okuyorum, her kötülük uzun zamandır bastırılmış bir imdat çığlığıdır. Elbette bu o kötülüğün kötülük olduğu gerçeğini değiştirmez. Akif’in zaafa düşüp, küçük yaşta bir kızla birlikte olmasını temize çekemeyeceğini bilmesi gibi…

Kötülük kötülüktür!