İnsanın dünyaya gelişi, dalganın kıyıya vurması gibidir. Gelir ve geri döner, diyen bilge, insana ölümlülüğünü, dünyadaki geçiciliğini nasıl da zarif bir dille anlatır.

Dar bir bakış açısıyla baktığımızda, hayat nasıl da uçucu, dünle bugün arasında anlamsız bir kavga gibi değil mi? Öyleyse neden bazı insanlar bu yaşama bir iz bırakmanın peşinde? İnsanın anlam arayışı, neden var olduğu günden beri bitip tükenmek bilmedi? Çünkü insan ne kadar rasyonel, mantıklı bir varlık gibi gözükse de, tüm önemli kararlarını duygularıyla alan anlaşılması güç bir varlık. Belki de bu sebeple, birçoğu yaşamın son çeyreğine geldiğinde bir telaşa, derin bir hüzne kapılıyor. Geride boşa geçtiği düşünülen onca yıl varken ve ileride sayılı yıllar kalmışken, başka türlü düşünmek elden gelir mi sanki? Peki, benlik bilincine kavuştuğu üç yaşından itibaren öleceği bilgisine sahip olan insan nasıl oluyor da zamanı böyle umarsız harcayabiliyor? Çünkü bir hayali, bir planı yok… Hayatın tasarlanabilen bir şey olduğunu, yaşamı üzerinde tek söz sahibinin kendisi olduğunu çok geç fark ediyor.

Mark Twain’in çok sevdiğim o sözünü çok geç anlıyor: Hayatta iki önemli gün vardır. Biri doğduğumuz gün, diğeri de neden doğduğumuzu anladığımız gün. Peki siz ne için doğdunuz? Çevrenizin sizden beklediklerini gerçekleştirmek için mi, sayamayacağınız ve belki bir türlü keyifle harcayamayacağınız bol sıfırlı paralar kazanmak için mi, nerede akşam orada sabah gönül eğlendirmek için mi? İnsan tüm bunlardan fazlası değil midir? ‘Eşref-i Mahlukat’ bu dar amaçlarla mı donatılmıştır sahi? Öyle olmadığını tarihin her bir sayfasından apaçık okuyabiliriz. Bu hafta Genco Erkal’ın hayatını kendi ağzından anlatan belgeselini izledim. İnsanın doğru bir aile ve semte doğmasının önemini, belgeseli izlerken daha net fark ettim. Fakat buna eklenen bir tutku, ona katılan cesaret ve büyük gayret; ortaya büyük bir sanatçıyı çıkarmış. Entelektüel birikimin yeni yaratımlarda ne kadar önemli olduğunu onun tiyatroya kattığı yeniliklerde görmek mümkün. Bunu Haldun Dormen’in hayatını izlerken de fark etmiştim. Bu belgesel diziler Yıldız Kenter ve Metin Akpınar’ın yaşamını izlemek için de çok güzel. Ustaların yaşamını izlerken, kendi hayat tasarımınıza daha yakından bakmanız da mümkün. 

***

Neden doğdum? Bu soruyu bir kere kendine soran biri, yanıtın ne olduğunu kalbinin derinliklerinde biliyordur zaten. O bitmek bilmeyen huzursuzluk işte tam da bu bilgiden kaynaklanıyor. Kendi sırrına vakıf olan insan, o sırrı her geçen gün daha derine gömüp, her gece o derinlikten tırnaklarıyla kazıyarak gerçeği arıyor. Dil, büyülüdür. Bir kere gerçek dillendiğinde, hiçbir şey aynı kalamaz, insan da… 

Gençlerle yaptığım sohbetlerde onlara içeriğini kendimin oluşturduğu “Hayat Tasarlama Sanatı” nedir, ondan söz ediyorum. Yüksek lisansımı kariyer yönetimi üzerine yaparken, roman kahramanları ile gerçek insanların ne kadar benzeştiğini fark etmiştim. Bu nedenle kendimizi de bir roman kahramanı gibi düşünerek hayatımızı yeniden yazmanın, dönüştürmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Yaşamda belki de tüm insanlara eşitçe dağıtılan tek şey olan zamanı, har vurup harman savurmadan önce, yolun başında bir karar vermeleri gerektiğini gençlere ve tabii hepimize hatırlatıyorum.

İnsan, insanı en iyi yine insanda tanırsa, kendini bilmeyen insan dünyaya nasıl bir katkı sunabilir? Kendi kalbini dinlemeyi öğrenememiş biri, başkasının acısına nasıl kulak kesilebilir? İyi iletişimin sırrı, söylenmeyeni de duyabilmekten geçer. Dinlemek için susmak gerekir, susmak için anlamak… Yaşam bir sanattır ve her çocuk doğuştan bir sanatçıdır. Onları sanattan böylesi koparan ve uzağa savuran nedir, peki? Meşhur atasözünün anımsattığı gibi, hiçkimse ölmeyecek kadar genç, bir gün daha yaşayamayacak kadar yaşlı değildir. Fakat bundan mühim olan, yaşanan o zamanın, niteliğidir. Yol değil, o yolda rastlananlar ve onların yürekte bıraktığı iz, niteliği keskinleştirir. Siz nasıl bir hayat tasarlıyorsunuz, bugün kendinize sormaya ne dersiniz?