19 Mayıs 1919’da Karadeniz’in kıyıcığına yanaşan Bandırma Vapuru, bu ülkede bir miladı başlatmıştır. Üflesen yıkılacak bir imparatorluk, teslimiyetin ve can derdine düşmenin zavallılığında bir taht ile avanesi, korkunç bir istikrarsızlık, tüm umudunu ve beklentisini yitirmiş kadim bir coğrafya… O vapurdan inenler, işte bu acı ve korkunç gerçeğe itirazın, bir şeyler yapmaya karar vermiş bir iradenin özneleriydi. Başlarında, kendini yeterince kanıtlamış, istese genç yaşta kazandığı başarıların ekmeğini ölünceye kadar yiyebilecek bir önder vardı. Yapmadı, “Benim doğum günüm 19 Mayıs’tır” diyerek, ömrünü ülkesinin ömrüne ekledi. “Halk Örgütlenmesi” ve “Ulusal Kurtuluş Savaşları” tarihine, en parlak sayfaların yazılmasının başlangıcıdır 19 Mayıs 1919.
29 Ekim 1923’te yüzyıllarca bir ailenin buyruğunda yaşayanlar, “başka bir dünya ve ülke mümkündür” sözünün kanıtlandığını gördü ve yaşadı. Tahtlar, taçlar, cübbeler ve mıymıntı kafalar, tarihin çöplüğüne atılırken, yeryüzü “Türkiye Cumhuriyeti” ile tanıştı. Olmazı olduran askerlik ve strateji dehaları, bu kez olağanüstü bir vizyon ve öngörüyle, “Devrim Tarihine” insanlığı şaşkınlığa uğratan sayfalar eklemeye başladı. Küllerinden doğmanın, tahtın yerine halkın geçişin ve bunu hayatın her alanında kurumlaştırıp, bir yaşama biçimine dönüştürmenin kanıtıdır 29 Ekim 1923.
1919 ile 1923 arasında ve sonrasında neler oldu, derdimiz bu değildir. İşte yüzlerce yapıt, belge ve bilgi orada duruyor. Okunmalı, öğrenilmeli, üstünde tepinmenin önüne geçilmelidir. Bunun bir “yurttaşlık” ödevi ve sorumluluğu anımsanmalıdır.
Bu iki tarihin ne anlama geldiğini, dünya görüşümüzden, bilgi ve vicdanımızdan süzerek özetlemeye çalıştık. Yobazın, liboşun, çıktığı yumurtayı beğenmeyenlerin ne dediklerini de, dünden bugüne özetleyelim. Derler ki:
19 Mayıs 1919 bir kalkışmanın uğursuz başlangıcıdır. Padişahlığa, halifeliğe, Osmanlı nizamına ve onun tanrısal buyruklarına isyandır. Halka rağmen halkı boyunduruk altına almak, kul ve ümmet olarak sürdürdüğü ve tevekkülle kabul ettiği hayatı mahvetmektir. Hayatın doğal akışını değiştirerek, memleketin aklını karıştırmak, kaosa sürüklemektir. Şeriattan koparmak, kafalara nifak sokmak, şeytani bir düzen için, kanun ve nizam hilafına teşkilatlanmalara girişmektir.
29 Ekim 1923 ve sonrasına gelecek olursak, halkın dinamiklerinin unutulması, dayatma ve korkutmalarla “yeni hayat” dayatılması, bu dönemin kısa özetidir. Sınıfsal niteliği yoktur, liberal özgürlüklerden yoksundur, faşizan özellikler taşımaktadır ve nihayet asla ve asla halk tarafından benimsenmemiştir. Hele din ile devlet arasına girilmesi, seküler bir tarz-ı hayatın zorla dayatılması, memleketi kâfirliğin kıyısına getirip bırakmıştır.
Bu “tespitler” kafadan uydurulmadı. Bugün sözüm ona devrimciyim diye geçinenlerin, şişirilmiş liboş tayfasının, sabah akşam ekranlarda boy gösteren gericilerin oluşturduğu koalisyonun, meşreplerince bölüştüğü ve saçtığı incilerden bir özet yapılmaya çalışıldı. Neden?
Bu tayfa, nicedir ağızlarına 2019 ve 2023 tarihlerini dolamış ve bir propaganda malzemesine dönüştürmüş durumdadır. Sabah akşam “hedef”, “amaç” ve “yeni bir milat” olarak gösterip, her türlü aracı kullanarak bir yeni “algı mühendisliği” çalışması yapmaktadır.
Gören de, yüz yıl sonra, “Neler yaptık, neler yapmadık, ülkenin her açıdan 1919 ve 1923 ruhundan beslenmesi ve daha cesaretle çağdaşlaşması, ilerlemesi ve kalkınması adına neler yapmalıyız, bir bahçe temizliğine nereden başlamalıyız?” dediklerini sanır. Vah ki, böyle olduğunu sananlar da bulunmaktadır. Oysa ne dedikleri, ne amaçladıkları, ne yapmak istedikleri gayet açıktır. “Parantez” dediler, daha ne desinler? Her gün bir adım daha atıyorlar, daha ne yapsınlar?
Sorun şudur ki, bu algıyı kırıp, 2019’u ve 2023’ü sahiplenmesi ve dillendirmesi gerekenler nerededir? Her platformda söylemeye çalışıyoruz, bu köşeden de sormayı sürdüreceğiz.