Geçen hafta konuya başlangıç yapmış ve yazıyı bir dizi soruyla donatmıştık. Bu soruların birinci amacı konuyu çerçevelemek, ikinci amacı İzmir’in “görünür” olmasından kimin ne anladığını ve ne beklediğini ölçmekti. Üçüncü amacı da merkezi yönetimden başta Büyükşehir olmak üzere yerel yönetimlere, sanayi ve ticari yapılanmalardan kurum ve kuruluşlara, toplumsal örgütlenmelerden üniversitelere, sanattan spora hayatın her alanında kendini İzmir’le tanımlayanların, konuya dair niyetlerini, duruşlarını, çalışmalarını, yaptıklarını ve yapacaklarını sormaktı. Israrla belirtmiştim ki, bu yazılar katkılarınızla gelişecek ve ilerleyecek. Şimdilik ses seda yok. Biz kaldığımız yerden sürdürelim.

Kentler, insanlığın evrim ve devrim yolculuğunun büyük tanıkları, kanıtları ve anıtlarıdır. Her kent birikimler toplamıdır ve günümüzde bir kentin ve içinde yaşayanların kalitesini, bu gerçeği bilip bilmeme ve gereğini yapıp yapmama kalibresi belirler. Yıllar önce büyükşehirde çalışırken söylediğimiz “Kentler, onlara sahip çıkanlarındır” sözü, biraz da bu gerçeğin anımsatılmasını hedefliyordu. Elbette bir amacım da, sakıza dönmüş klişelerin ötesine geçerek, artık gına gelmiş ve hiçbir işe yaramadığı yeterince kanıtlanmış yinelemelerden kopuştu.

Bugün dünyanın hemen akla geliveren, gitmesek de hakkında kendi kentlerimizden fazla bilgi ve fikir sahibi olduğumuz o kentler, “görünürlük” meselesini nasıl çözmüşlerdir? İşe bu sorudan başlayıp, o kentlere daha yakından baktığımızda fotoğraf daha da netleşmektedir. İklimle, doğayla, coğrafyayla uyumluluk, başarılarının ön sözünü oluşturmaktadır. Bu uyumluluk kent mimarisini belirlemiş, yapıntı, özenti, çakma, hele ki doğayla ve binlerce yılın oluşturduğu kültürel birikim ve onun çizdiği rotayla inatlaşmayan bir kentleşme bilinci, o kentleri bugünlere ulaştırmıştır. Bugün o kentlere gittiğimizde, değil utanç verici restorasyon vandallıklarına göz yummak, tek bir çivi çakılamaz “tarihsel dokusu” ile modern kentleşme arasındaki uyuma şaşkınlık ve hayranlıkla bakmamız bu yüzdendir. İşte bu bilinç yetkinliğindendir ki, o kentlerin sanayisi kadar sporu, sporu kadar bilimi, bilimi kadar sanatı, sanatı kadar eğitimi, eğitimi kadar ticareti, ticareti kadar mutfağı ve hayatın her alanı aynı derecede eşit gelişmiştir ve “görünür” haldedir.

Üç gün önce Cumhuriyetimizin 102. Yılını kutladık. Nasıl kutladığımızı tartışacak değilim. Ama şu söylediklerimize koşut iki kelam edilsin isterdim. Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi inanılmaz bir halk ve devrim önderinin, çevresinde konuya dair neredeyse sıfır bilgi, duyarlık ve kaygı olmasına “rağmen”, mesela Orman Çiftliği ile Etnografya Müzesini, Konservatuar ile Şeker Fabrikasını bütün “rağmenlere rağmen” aynı anda düşünüp kurdurmasını kimseler konuşmadı. Oysa Türkiye Cumhuriyetinin 102. Yılını kutlamak, asıl bu irade, vizyon, öngörü, bilinç ve kararlılığın anımsanmasıyla mümkün olabilirdi. Yağız Alp Akaydın’ın “Bir Cumhuriyet Şarkısı” filmini görmedinizse görün. İzlerken, benzer duyarlıktaysak gözleriniz yaşaracak, değilsek “Yahu, daha başkentinin yollarını yapmamışken, opera besteletmek de neyin nesi?” diye düşüneceksiniz. Ki eğer ikinci gruba mensupsanız, yazının bundan sonrasını okumanıza gerek yok. Biz kentimize dönerek, yazıyı sürdüreceğiz.

İşte bu nedenledir ki, bir sanat dergimiz bile olmadığı için futbol takımlarımızın esamisi bile okunmuyor. Metro, Basmane’den sonra yüzeye çıktığı zaman gördüğümüz hazin manzara nedeniyle mutfağımızı kimse tanımıyor. Homeros’u kimse bilmediği için binlerce yıllık liman kültürümüz hayatımıza dokunamıyor. Halkapınar Şehitliği dikkatimizi çekmediği için Havra Sokağının adı neden Havra Sokağıdır, kimseyi ilgilendirmiyor. Agamemnon Kaplıcası neden Agamemnon’dur, Kızılçullu Köy Enstitüsü bugün neden NATO Üssüdür merak edilmediği için Attila İlhan kimdir, peki ya Sümerbank’ın ölüme terk edilmiş hatır ve hatıra binaları nerededir diye sorsan, bu kentte 10 kişiden 8’i yüzüne öylece bakıp kalması artık sürpriz sayılmıyor.

Birkaç kişinin bilmesi, sosyetelerde sen ben bizim oğlan konuşulması, ah ki kimselerin okumadığı kitaplarda yazılıp çizilmesi kimseyi kandırmamalı. Bu örnekleri verirken, “kent ile kentli” arasındaki görünürlükten, farkındalıktan, bilgiden, bilinçten, bunlar için gerekli olanlardan, herkesin üstüne düşen görevlerden söz etmeye çalışıyorum.

“Birbirinden kopuk alakasız konuların kıyaslanması ne alaka?” diye soranlar da çıkacaktır. Onlara, bunca kelamdan sonra daha neyi nasıl anlatabilir, okumaya baştan başla demekten başka ne önerebiliriz ki?

Önümüzdeki hafta, İzmir’e dair daha somut tümceler kuracak, önerilerimizin kapısını açmaya çalışacağız. Daha önce de belirttiğim gibi, üç beş yazı konumuz bu olacak. Hiç olmazsa bir gün çocuklar ve torunlar, “Sen o günlerde ne yaptın, körfezdeki dalgın suya şiir yazmakla, sızlanmakla mı yetindin?” diye sorarlarsa, yüzlerine bakacak yüzümüz, okutacak çabamız olsun.